Hilafetçilerin Görüşleri / Şeriat Hukuku
Türkiye Barolar Birliği Başkanı Ender Sav’a
Açık Mektub
ŞERİAT DÜŞMANLIĞI İNSANI KÂFİRLİĞE
GÖTÜRÜR
11 Cemaziyel-Ula 1411 (28.11.1990) tarihli ve fotokopisi ekli
"Hasbihal" isimli bir üst yazı ile "Neyin
Bayramı?!.", "Türkiye’de İki Din ve Biz", "Dünyayı Fesada Veren
İki Put" başlıklarını taşıyan bildiriler ile Ümmet-i Muhammed Gazetesi’ni
parti başkanlarına, basın mensublarına, devlet erkânına, mahkeme çevrelerine, ordu
komutanlıklarına ve üniversite mensublarına göndermenin yanında size de
göndermiştim.
Üst yazıda da belirttiğimiz gibi gönderilen yazılar birer uyarı, tebliğ ve irşad
mektublarıdır. Hususiyle en azından Allah’a kul, Adem’e çocuk olmada aralarında
müşterek bağlar bulunan insanlar birbirinin kardeşleridir. Üstelik, insanî vasfa ve
medenî haslete sahib olan kişilere düşen görevlerden biri de insanlara ve insanlığa
yardımcı olmaktır. Hele hele Şeriat’a ve Şeriat kanunlarına karşı çıkan, belki
de Şeriat’ın ne demek olduğunu bilmeyen, özellikle hukukçu geçindiği halde İslam
hukukundan behresi olmayan ve neticede insan haklarını savunacağı yerde hukuka karşı
cinayet işleyen, ilim ve hak adına çamlar deviren kişileri, tebliğ ve irşad babında
ön plana almak kaçınılmazdır; insanî ve İslamî vazifedir. Çünkü bu aynı
zamanda bir iman meselesidir. Tehir etmeye gelmez; ölümü geldiği takdirde biz tebliğ
etmemiş oluruz, onlar da duymamış olurlar. Bu sebeple her iki tarafta mesul olur.
İşte bütün bunları nazar-ı itibara alarak, mezkur müessese mensublarının
meyanında hukuku temsil edenlerin başında gelen sizlere de tebliğ mektublarını
göndermiştik. Maksadımız size hakaret değil, imanla yaşamanıza ve ebedî saadete
mazhar olmanıza vesile olmaktır. Çünkü şirk, affı caiz olmayan en ağır bir günah
ve en büyük bir zulümdür. Hukuk kafasına sahip sizin gibilerin medenice davranıp, en
azından susması, şayet tereddüt ve şüpheleriniz varsa ilmî ve fikrî zeminde
kalıp, insan haklarına saygı duymanız, meseleyi iman ve ilim ehline götürüp, tenkid
ve tahliline dair bir rapor hazırlatıp bize de bir nüshasını göndermeniz gerekirdi.
Hukuku temsil etme makamında bulunanların başında gelen sizlere yakışan bu idi.
Yani, size düşen öfkelenmek, ortalığı velveye vermek değil, falana veya filana
şikâyet değil, ilmî gücünüz yoksa, ilim adamlarını harekete getirip, neşriyat
hayatında münazara açılmasına vesile olmak al-i cenablığını göstermeniz
beklenirken, maalesef ilk tepki sizden geldi!..
Ve maalesef hukukşinas olduğunuzu gösteremediniz de ve haksızlığınızı ortaya
koymuş oldunuz. Allah Resulü (s.a.v.) de yanlış gidenlere mektublar göndermişti.
Bunlardan bir kısmı (bir hıristiyan olan Habeşistan hükümdarı Necaşi gibi) mektubu
hüsn-i kabulle telakki etti; bir kısmı da (İran hükümdarı Kisra gibi) sizin gibi
hareket etti, mektubu yırtmak suretiyle de vahşiliğini ortaya koydu.
AÇIK OTURUM:
Şimdi, haklı-haksız ortaya çıksın diye,
al-i cenablığı yine biz gösteriyor ve basın yoluyla açık oturum açıyoruz. Hem de
bütün bir dünyanın gözleri
önünde!...
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla!
Şeriat Nedir?
Herşeyden önce Şeriat’ın ne demek olduğunu din ile Şeriat, arasındaki
münasebetin neden ibaret bulunduğunu bilmeniz hatta çok iyi bilmeniz lazım gelir ki,
beyanlarınızda ve yazılarınızda bir hataya düşmeyesiniz.
Din: Allah kanunudur. Muhteva bakımından insanoğlunun bütün söz, fiil ve
davranışları hakkında hükümler ve müeyyideler getirmiş, mü’minlerinin maddî ve manevî hayatında bu hükümlere uymalarını emir ve tavsiye
etmiştir.
Şeriat ise genel manada din demektir, muhteva bakımından dine eşittir. Özel manada
ise, İslam Dini’nin füruundan ibarettir. Yani din; biri usul, diğeri furu olmak
üzere iki kısma ayrılır. İman ve itikad bölümü dinin "Usul" kısmını;
ibadetler, muameleler ve cezalar bölümü de dinin "Furu" kısmını teşkil
eder. Bu itibarla; Namaz, oruç, hac,
zekat ve Kelime-i Şehadet getirmek Şeriat
olduğu gibi, içki, kumar, faiz, zina, yalan, iftira, adam öldürme, kadınların başı
açık gezmesi gibi haramlar da birer Şeriat’tır. Keza; adam öldürene, zina edene,
hırsızlık yapana, iftira edene verilen cezalar da birer Şeriat’tır.
Yine; Kur’an’ın anayasa, Şeriat’ın kanun, devletin İslam olması da
Şeriat’tır. Ve bunların yerine getirilmesinden her müslüman sorumludur.
İslam inancına göre, İslam bir
bütündur, parçalanamaz. Bir hükmünü kabul etmemek veya hor
görmek kâfirliktir.
Keza; Şeriat’a ve Şeriat düzenine:
"Ortaçağ karanlığı" demek, "Ulusu ümmet yapmaya
çalışıyor" demek suretiyle
"Ümmet" tabirini horlamak gibi beyanlarda da bir
müslüman bulunamaz, kâfir olur, mürted
olur, dini de nikâhı da gider. Keza; Mustafa Kemal’in kanunlarını Allah
kanunlarından üstün göremez, Kur’an kanunlarından ibaret olan Şeriat’i, Şeriat nizamını
tebliğ ve telkin edenlere karşı düşman olamaz! Öteye beriye şikayet edemez! Ve
nihayet Şeriat geliyor diye ortalığı velveleye veremez, şunu veya bunu göreve
çağıramaz!..
MÜRTED OLUR:
Çağırırsa veya bunlardan birini söyler veya yaparsa Şeriat’a karşı,
İslam’a karşı, Allah ve Peygamber’e karşı harp ilan etmiş, savaş açmış olur;
dini de imanı da nikâhı da gider. Tevbe etmeden ecel gelip götürürse ağzı imansız
kapanır. Cenaze namazı kılınmaz, müslümanların mezarlığına gömülmez; köpek
laşesi gibi bir çukura atılır.
"EVET" DERLERSE:
Görev başına çağırdığınız kişiler, çağrınıza "Evet" derlerse,
sizin gibi Şeriat düşmanına gereken cevabı vermezlerse onlar da sizin gibi olurlar;
onların da namazları kılınmaz. Peygamber varisi olduklarını iddia eden hocalar da
susarlarsa dilsiz şeytan olurlar, artık arkalarında namaz kılınmaz.
TEVBEKÂR OLMAYA DAVET:
Yine de biz, darılmadan sizin gibi kemalist bataklığın içine düşmüş olanları
uyarmaya ve put kanunlarını terkedip İslam’ın safına gelmeye, Şeriat’a hürmet
etmelerini bilmeye davet ediyor ve diyoruz ki:
"İslam; hem dindir, hem devlettir; hem ibadet hem siyasettir. Dini devletten,
devleti dinden ayırdığınız takdirde, din devletsiz kalır, devlet de dinsiz olur. Bu
itibarla da, İslam’ı laik düzenle
bağdaştıramazsınız, demokrasi ile bağdaştıramazsınız, komünizm ile
bağdaştırmadığınız gibi."
Şunu da söyliyeyim ki, Cemaleddin Hoca, delilsiz, mesnedsiz konuşmaz, kaynaklara
dayanır. Üniversite mezunudur, hukuk tahsili de yapmıştır. İslam hukukunu çok iyi
bilir, hukuk usulünü de bilir! Sizi de beş-on sene okutur!..
SIRTI YERE GELMEZ:
Böyle olduğu, yani ilmin, hukukun hakkını verdiği için bu güne kadar kimse
sırtını yere getirememiştir. Ama sizin gibi nicelerini tuşa getirmiş ve
getirecektir!.. Dr. Lütfü Doğan da Berlin’de bazı yumurtalar yumurtlamış. Konuşma
metni elimizde. Söyleyin kendisine yakında onu da Allah’ın inayetiyle tuşa getirip
bir bel’am olduğunu bütün bir dünyaya ilan edeceğiz.
Şunu da ilave edelim ki:
Bizim silaha ve kaba kuvvete başvurma ihtiyacımız yoktur. Silahımız Şeriat,
süngümüz kalem! İsimlerini saydığınız ve kendilerini göreve çağırdığınız
kişiler birer örümcek ağıdır. Hübel’in arkasından giden birer putçudur. Hakkın
karşısında yıkılmaya mahkumdurlar.
YAPACAĞINIZ TEK ŞEY:
Sizin ve sizin gibilerin yapacağı tek şey: Evren’e yazdığımız gibi
(fotokopisini gönderiyorum) Prof’ları ve paşaları, öğretmen ve hocaları (Dr.
Lütfü Doğan gibi yarım, hatta dörtte bir mollaları değil) toplayıp yukarıda
söylediğim gibi cevab hazırlatın neşriyat yoluyla bütün bir dünyaya duyurmak ve bu
suretle Hoca’nın işini bitirmektir.
Medenî insanın yapacağı budur! Zira; ilme ilimle, fikre fikirle, dinî mevzularda dini
kaynaklarla ve basın-yayın yoluyla cevab verilir.
Bundan ötesi vahşiliktir. Özal’a şikâyet ediyorsunuz! Özal kim? O da sizin gibi
acizin ve cahilin biri değil mi?
Bu da sizlere yine tebliğdir. Yazdığınız takdirde yazacağımızı bildirir, cümleye
basiretler ve hidayetler dilerken Kur’an’ın bir ayetinin mealiyle şimdilik
bitiriyorum:
"Kendilerine açık olarak ayetlerimiz okunduğu zaman inkâr edenlerin yüzünde
inkâr belirtilerini anlarsın! Nerede ise ayetlerimizi kendilerine okuyanlara
saldıracaklar. (Ey Resulüm) de ki: size bundan daha kötüsünü haber vereyim mi?
Ateş! Allah onu inkârcılara vaad etmiştir. O ne kötü dönüş yeridir." (Hacc,
72)
NOT: M. Kemal hakkında yeterli bilgiye sahib olmanız için ek olarak,
"M. Kemal’in Babası Kim?" adlı kitabı da gönderiyorum.
--------------
DAĞITIM:
Devlet erkânına, parti başkanlarına, üniversite mensublarına, anayasa mahkemesi
başkanına, DGM’ye, basın mensublarına
DOĞU OLAYLARI
VE ALTINDA
YATAN GERÇEKLER
Bismihi Teala...
İlmen sabit olan bir gerçektir; doktor, önce
hastalığı teşhis eder; yani hastalığın cins ve seyrine, safha ve şiddetine bakar,
tesbitini yapar, sonra tedavisine geçer; ilaçla mı tedavi edilecek, yoksa ameliyatla
mı? İşte önce onu yapar!.. Demek oluyor ki, önce teşhis ve tesbit, sonra tedavi!..
Netice ise, iki şarta bağlı: Teşhisin doğru konması, tedavinin ehil ellerce
yürütülmesi!.. Bu iki şart tahakkuk etmediği taktirde netice alınmaz ve alınamaz;
hasta ameliyat masasında kalır! Atalar boşuna söylememiş: "Yarım molla dinden,
yarım hekim candan eder!.."
Doğuda bir hastalık var! Bu bir gerçek!.. Sadece doğuda mı? Hayır! O da belli; her
tarafta! Aslında bu hastalık, ne ilkidir ne de sonuncusudur; istisnaların dışında
tüm insanımıza bulaşmıştır; onun ruh yapısını tehdit etmektedir. Sarı bir
hastalıktır; bulaşıcı bir hastalıktır. Yeni değildir; Genelde cumhuriyetin
gelişiyle gelmiştir. Mustafa Kemal’dır bu hastalığı milletimize bulaştıran;
inkilab ismi altında bulaşmıs bu hastalık. Tarihi oldukça eskiye dayanır.
Hastalığın amilleri ise inkilab dedikleri mikroplardır. Hem de korkunç!..
İnsanımızın manevî varlığını kemire kemire bütün bir vücudu sarmıştır.
İşte, doğudaki hastalık, kemalist mikrobunun açtığı yaraların sadece bir
bölümüdür. İnkilab adı altında insanımıza seneler senesi mikroplar
bulaştı; içtiği sudan tutun da yediği ekmeğe, oturduğu evden tutun da okuduğu
kitaba, teneffüs ettiği havadan tutun da giyindiği elbiseye kadar hep mikrop saçan
kaynak haline geldi ve gelmeye devam etmektedir. Ûstelik, muafiyet kazandıracak
mukavemet unsurları da bir bir yok edildi. Yeni neslin ne manevi gıdası kaldı ne de
bağışıklık kazandıran aşısı! Herşey yerle bir edildi. İşte bakın!..
1- Bütün müslümanları bir merkez etrafında toplayan Hilâfet müessesesi
kaldırıldı. Dolayısı ile bölünmeler, parçalanmalar birbirini takib etti. İslam
âlemi, yutulur hale geldi. İşte M. Kemal, tahribatına buradan başladı, ihanet ve
hıyanetine böyle siftah etti!..
2- Şeriat-ı Garra kaldırıldı, Kur’an susturuldu, küfrün ve kâfirin kanunları
getirildi!..
3- Kur’an harfleri kaldırıldı; yerine tarihimizle, örf ve adetimizle alakası
olmayan latin harfleri getirildi. Bu suretle insanımızın mana ve mazisiyle
bağlantısı kesildi ve neticede kökünden koparılmış bir nesil meydana getirildi...
4- Medreseler kapatıldı, dinî ilimler ve dinî neşriyat yasaklandı!..
5- Devlet ve devlet müesseseleri, üniversite ve mektepler, basın
ve yayın, idare ve mahkemeler aslından koparılıp, batı modeline göre, küfür ve
kâfir sistemine göre tanzim edildi. Hatta aileler, aile yapısı bile Kur’an yolundan
çıkarılıp batı kanunlarına göre düzenlendi. Allah’ın haram kıldığı,
Kur’an’ın yasakladığı faiz müesseseleri kuruldu; meyhaneler, kerhaneler
açıldı. Devlet ve devlet adamları meyhaneci ve kerhaneci oldu; ordudan ve asker
ocağından İslam ünvanı çıkarıldı, İslam’ı tahrik eden "Türk
Ordusu" ismi verildi ve neticede ordu, İslam’a düşman, Şeriat’a düşman,
Kur’an’ın devlet olmasını isteyen müslümana düşman kızıl ordudan farksız bir
hale getirildi!..
Oyuna getirildi:
Bütün bunlar yapılırken insanımız oyuna getirildi; işin nereye varacağının
farkına varmadı, varamadı. Zaman ve zemin de buna müsaitti. "Denize düşen
yılana sarılır" derler. Arkada korkunç ve korkunç olduğu kadar sinsi bir plan!
Bir dünya savaşı meydana getirilecek, Osmanlı bu savaşa zorlanacak, müttefikleriyle
birlikte mağlup olacak. Ve arkasından "Kurtuluş" ismi altında bir savaş
başlatılacak ve bu savaşta mikrop adam, sahneye çıkarılıp kahramanlaştırılacak.
"Danışıklı döğüş" kabilinden düşman denize dökülecek ve bu suretle
Kemal putu milletin başına geçip, küfür dünyası adına icra-i faaliyette
bulunacak!.. Haçlı zihniyeti, ordularıyla yapamadığını bu adamın eliyle yapmış
olacaktı. İşte yapacağını yaptı! Hem öylesine yaptı ki; Erzurum, Maraş veKonya
gibi birkaç vilayetin şapkaya karşı ayaklanmalarının ve Şeyh Said kıyamının
dışında kayde değer bir mukavemetle, bir reaksiyonla karşılaşmadı. Yukarıda bir
kısmı kaydedilen inkilablar, bir bir yapıldı ve bu suretle devletin ve devlet
müesseselerinin çarhı tamamen İslam aleyhine döndürüldü!.. Neden sonra,
insanımızdaki İslam ruhu, az da olsa, yer yer kendini gösteriyordu. Teşhiş edilen
hastalığın tedavisi yoluna gidiliyordu ve günden güne insanımız hak ve hakikatı
arıyor, dost ve düşmanını tanımaya çalışıyordu. Bu husus inkâr edilemezdi. 60
askerî darbesi, 72 askerî muhtırası ve 12 Eylül hareketi insanımızın uyanışına
karşı birer tepki idi, bir durdurma ameliyesi idi. Küfür adına bir gericilik ve birer
irtica hareketi idi. Bu, iki yönlü bir uyanış; birbirine ters düşen iki türlü
teşhis ve iki zıt tedavi!.. Biri sol, diğeri sağ! Aslında ne sağ ne de sol; bir
taraftan İslam davası, Kur’an’ın hayata hakim olması, diğer taraftan, ismi ne
olursa olsun küfür davası!.. Ortada bir hastalık var! Bunda herkes müttefik. Bu
hastalığın müsebbibinin M. Kemal olduğunda da şüphe yok!.. "Bizi bu hale
getiren bu adamdır!.." gerçeği ortada! Ama, teşhis yanlış, tedavi farklı!..
İslam’ın safında yer alanlarca tedavi manevî, Şeriat’ın kılıcıyle ameliyat
gerekiyor... Karşı safta ise hastalık maddîdir, dünyalıktır, boğaz kavgasıdır...
Tedavisi de ameliyatı da küfrün ilacıyla, kılıcıyla olmalıdır. Bu kılıç;
komünizm ve fraksiyonları olabilir, kavmiyetçilik olabilir, nifak karışımı İslam
olabilir... Zaman zaman fikrî yapıda kalabilir, zaman zaman da silahlı eyleme
dönüşebilir!..
İşte; tepeden tırnağa bir mikrop fıçısı Mustafa Kemal’in millete ve memlekete
bulaştırdığı hastalığın neticesi bu!.. İstisnalar kaideyi bozmaz. Tüm millet
hasta; Erkeği de kadını da, genci de, ihtiyarı da, ordusu da sivili de hasta! Hem o
derece hasta ki, komada, sayıklıyor, neresinin ağrıdığını da bilmiyor; ölümün
eşiğinde, tehlike çanı çalıyor!.. Ülkenin doğusu da muzdarıp batısı da!
Rahatsızlık her tarafta hissediliyor ve bu ıstırab, bu rahatsızlık, yukarıda
belirtildiği gibi silahlı eyleme dönüşüyor; 60 öncesi, 12 Eylül öncesi olaylarda
olduğu gibi, bugün de genelde doğuda bu cins olaylar hüküm sürmekte; mazlum ve
mağdur insanımız iki ateş arasında kalmakta ve ne yapacağını şaşırmakta!
Hemen şunu ilave edelim ki, bu olayları, ne bölge valileri ne Türk ordusu ve ne
de ordu-aşiret işbirliği durduramaz ve durduramıyor! Zira; bu olaylar, köklü ve
derin bir hastalığın; kemalizm hastalığının belirtileridir. Kemalizm melaneti devam
ettiği müddetçe, bu olaylar da devam edecektir. Ve bunun ıstırabını milletçe
cekiyoruz ve daha daçekeceğiz! İşte doğudaki insanımız da çekiyor, batıdaki
insanımız da; PKK’da ve bilmem ne -izm de çekiyor, asker de çekiyor... Çekmiyen bir
zihniyet var ki, o da bilinçli İslam düşmanları: Onlar perde arkası kıh kıh
gülüyorlar, müslümanlar, kördöğüş mesabesinde birbirlerine kurşun sıkarlarken
onların keyfi yerinde, rahatı yerinde!.. Bir diyecek yok!.. Adamlar seneler senesi
planlarını yapmış, ipin ucunu ellerine almış, istedikleri gibi çekip uzatıyorlar;
tahrik ve ajanlarıyla, silah ve malzemeleriyle çeşitli isimler ve ünvanlar altında
meş’um emellerini gerçekleştirmeye doğru gidiyor ve hedeflerine adım adım
yaklaşıyorlar. Ezilen ve sömürülen, saldırılan ve öldürülen temelde
müslümandır, müslümanlardır. Günümüzün dünyasının müslümanı bu! Çekiyor,
bu gidişle daha da çok çekecek!.. Bu çekişin bir de ahireti var; hep birlikte
ahirette de çekeriz! Ve bu ilahî kanunun bir ifadesidir. Bakınız Kur’an ne diyor:
"Kim de benim zikrimden yüz çevirirse (bilsin ki), onun dar bir geçimi olur ve biz
onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz..." (Taha, 124) Yani, Allah ile
bağını koparan, O’nun engin rahmetiyle alakasını kesen, O’nun gönderdiği ve
indirdiği Şeriat nizamını kaldırıp, yerine yabancılardan getirdiği veya kendi
kafasına göre yaptığı kanunları, millet hayatını düstur ve kanun kabul eden kişi
ve milletlerin hayatı, ne kadar bolluk ve eğlence içinde geçse bile sıkıntılarla ve
çalkantılarla doludur. Kararsızlıkların, kuşkuların içinde bocalayıp dururlar;
bir türlü huzur bulamazlar, darboğazdan darboğaza girerler; Siyasî darboğaz,
ekonomik dar boğaz, asayiş dar boğazı birbirini takib eder, terör ve anarşi
alır yürür; millet evladı birbirini kurşunlar, dünyada rezil, ahirette sefil
olurlar. Üstelik Allah gözlerini de kör eder!..
Bir başka ayette şöyle:
"Ve böylece biz, kazandıkları (günahlar) dolayısıyla zalimlerin bir kısmını
bir kısmının başına geçiririz (birbirine musallat) ederiz." (Enam, 129) Bu
ayetin tefsirinde Malik b. Dinar diyor ki, Ben Zebur’da şu ifadeyi gördüm:
"Allah diyor ki, ben münafıklardan münafıkların eliyle intikam alırım. Sonra
da münafıkların hepsinden intikam alırım." Kur’an’ın yukarıda mealini
yerdiğimiz ayet-i kerime’si de çeşitli manaların yanında bu manayı da ifade
etmektedir. İşte ayet ve haberler gösteriyor ki, zulme sapanların, Şeriat’a
karşı çıkanların başlarına Allah zalimleri musallat eder, onların eliyle onlardan
intikam alır. Şayet dönmezlerse, ahiret hayatında hepsini cehenneme doldurur!..
Devleti yöneten kemalistlere, PKK ve diğer -izmlere ve topyekün millete sesleniyor ve
diyoruz ki: Put yolunu bırakın, Allah’ın kitabına ve Şeriat kanunlarına
dönün! Kur’an anayasa, Şeriat kanun, devlet İslam olsun!..
PKK ve benzeri -izmlere de diyoruz ki: Sizler de ezilen ve sömürülen bir milletin
evlatlarısınız. Bunun ızdırabını duyuyor, kurtuluş çaresini arıyorsunuz. Fakat
yanlış kapı çalıyorsunuz; takib ettiğiniz usul ve metod yanlıştır; İslamî
değildir. Sizi kurtuluş ve yükselişe götürmez. Dökülen ve dökturülen kanlar
heder olur gider, vebal olur, günah olur; bütün emekler boşa çıkar ve bir neticeye
varamazsınız!.. O halde İslam’a dönün, İslam metoduna dönün! Kur’an’ın
devlet, Şeriat’ın hakim olması hedefiniz olsun! O yönde ve o yolda adım atanları,
"Ümmet noktasından hareket edip" ırk, renk, dil farkı gözetmiyen,
"Kaynak Kur’an, örnek Peygamber" diyen, Peygamber metoduna teslim olun!..
Sizler İslam evlatlarısınız, bulunduğunuz topraklar da İslam topraklarıdır...
Eğer böyle yaparsanız dünyanız da mamur olur ahiretiniz de!..
Topyekün millete:
Anadolu’nun doğusuna da batısına da sesleniyor ve diyoruz ki; 50-60 senedir
sömürüldünüz, aldatıldınız, zulme ve gadre uğradınız. Her gelen idare ve onun
vekilleri sizlere kuru vaadler yaptılar, din ve imanınıza saldırdılar, namusunuza ve
başörtünüze el uzattılar; siz kazandınız onlar yediler, oy zamanlarında kapınıza
kadar geldiler.
Ama, dertlerinize merhem olmadılar. Mektepler açtılar, üniversiteler kurdular.
Milletin melek gibi evladını anarşist ve terörist yetiştirdiler, komünist ve
sosyalist yetiştirdiler, sonra da memleket sathına yayarak milletin başına musallat
ettiler. Şimdi esas suçlu kendileri olduğu halde suçluları (!) takip ediyor ve
müslümanları birbirine kırdırıyorlar...
Ey Anadolu topraklarının sahipleri ve sakinleri! Ülkeyi kurtaracak sizlersiniz; sizin
imanınız, sizin kitabınızdır. "Kaynak Kur’an, örnek Peygamber" deyip
yola çıkanlarla beraber olacaksınız, partiye paydos deyip Peygamber metodunu takib
edeceksiniz; uzlaşmacı, kavmiyetçi ve telifçi metodlara iltifat etmiyeceksiniz...
İşte o zaman ne kemalist kalır ne de anarşi! Herkes birbirine güvenir, yarınından
emin olur!.. Kur’an şöyle diyor:
"Kim benim hidayetime (yoluma ve Kur’an’ıma) tabi olursa, ne saşar ne de
eşkiya olur!.." (Taha, 123)
ÇARESİZ KALINCA
İçinde bulunduğumuz hareket "İslamî Cemaatler Birliği" ismini almaktadır.
13 Ağustos 1990 tarihine tekabül eden 22 Muharrem 1411’de yedinci senesini
doldurmuştur. Bu hareket, şiarını "Kaynak Kur’an, örnek Peygamber"
ifadesinden almış, kimlik ve hüviyetini tesbit etmiş, "İslam’ın hem din hem
devlet" olduğu gerçeğine inanmış, Kur’an’ın anayasa, İslam’ın devlet
olmasını hedeflemiştir. İnkilabî bir ruh, Tevhidî bir çizgide yürürken, putu ve
putperestliği anlatmış, batılı ve batılları tanıtmış, hakkın ve haklının
yanında yer aldığını, taviz vermediğini ve vermiyeceğini dost-düşman bütün bir
dünyaya duyurmuştur. Bütün bu gerçekleri ifade ederken, sözde kalmamış, aynı
zamanda "İslamî Kuruluşlara Tebliğ", "İslam’da Partiyi Destekleme
Yoktur Ve Günahtır", "Neyin Bayramı?", "Türkiye’de İki Din ve
Biz", "Hocalara Açık Mektup", "Yeni Neslin Görevi", "Ya
Hep Ya Hiç", "Batıl Sistemler ve Hocalar", "İslamî bir Tebliğ ve
Umumî Bir Davet", "İran İle İlgili Sorulara Cevap", "İki Şey
Arasında Tercih", "İşte Meydan!.." gibi başlıkları taşıyan
bildiriler, "Anayasa Taslağı", "Tebliğ ve Metod",
"Tebliğcinin El Kitabı", "Tebliğ Mahiyetinde Açık Mektuplar" ve
"Mesajlar" gibi isimleri taşıyan kitaplarıyla da neşriyat hayatına intikal
etmiştir.
TENKİD VE ELEŞTİRİYE DAVET:
Bu hareket; bildiri ve kitaplarını neşrederken, muarız ve muhaliflerini tenkid ve
tahlile davet ettiği gibi, neşriyat yoluyla açık oturuma da davet etmiştir. Hem de
meydan okurcasına!..
YALAN VE İFTİRA KAMPANYASI:
Bu iyi niyyet ve meydan okuyuş karşısında çaresiz kalan İslam düşmanları ve
batıl metod sahipleri, yalan ve iftira kampanyası baslatmışlar, yahudinin
"Çamuru duvara at tutmasa bile iz bırakır ya!" kabilinden karalama ve çamur
atma yoluna gitmişlerdir. Bu yazımızda bu iftiraların bir kısmına işaret edeceğiz:
1- Hedef ve hücumun usul ve metoda olması yerine, Hoca’nın
şahıs ve şahsiyetine olmaktadır. Diyorlar ki: "Yazılan ve söylenenlerin hepsi
doğrudur. Ne diyebiliriz ki?!. Yalnız kendisi Türkiye’de niye konuşmadı?.."
demek suretiyle kendilerini haklı, Hoca’yı haksız çıkartmak isterler...
Söyleyin bunlara ve deyin ki: "Hoca, Türkiye’de de konuştuğu için ve
putun resmini müftülük binasına ve Kur’an kurslarına asmadığı için on sene
öncesinden mecburen emekliye sevkedilmiştir. Kasetler ortadadır."
2- "Kendisi de aday oldu, dün partici idi, kendisini Erbakan gönderdi Avrupa’ya,
partiye hizmet etti..." diyorlar. Bunlara cevaben deyin ki: "Hayır! Hoca
doğrudan doğruya şunun veya bunun emriyle Avrupa’ya gelmemiştir. Rejimin
dağıttığı yüzlerce talebesini Avrupa’ya getirip derslerine devam ettirmek için
yola çıkmıştır. Yani Hoca gittiği için Milli Görüş sahip çıkmıştır, yoksa
Milli Görüş sahip çıktığı için Hoca Avrupa’ya gitmemiştir. Velev ki, sizin
dediğiniz gibi olsa itham etmeye hakkınız yoktur. Dün partici olan birisi, partinin
batıl olduğunu görüp tevbekâr olursa, siz ona: "Sus be! Dün siz de partici
idiniz!.." diyebilir misiniz? Günah olmaz mı? Yaptığı günahlardan tevbe edeni
Allah dahi suçlamıyor, kabul ediyor!.. Bu hususta hadis-i şerif’ler de vardır."
3- "T.C’de şu kadar sene müftülük yaptı!.." diyerek Hoca’yı gözden
düşürmeye çalışıyorlar... Söyleyin bunlara: "Şahsından taviz vermezse,
dinden taviz vermezse, maksadı İslam’ın tebliğatını çevresine anlatmaksa ve
aldığı paranın zarurî masrafları çıktıktan sonra arta kalanını İslam’ın
devlet olmasına harcarsa bu kimsenin, kâfir bir devlette görev alması şer’an caiz
değil midir? Siz hoca olarak, Hoca’yı bu yönden nasıl kötülersiniz?"
4- "Hoca çok gururlu; 12 ilimden söz ediyor, takib ettiği
metodun yüzde yüz doğru olduğunu söylüyor!.. Bu, hiç söylenir mi, hangi müctehid
böyle konuşmuş?!.’’ Bunlara söyleyin: Bu, bir ictihad meselesi değildir.
Bu, iman meselesidir; vahye dayanır, tâlimatı Kur’an’a, tatbikatı Peygamber
(s.a.v.)’e dayanır. Mesela: Bir kimse çıkıp "İmanın şartı altıdır ve bu
yüzde yüz doğrudur" derse siz bu adama birşey diyebilir misiniz? Bu da böyledir;
bir iman meselesidir. Hoca üç mesele üzerinde duruyor: Hedef; İslam’ın devlet
olması, metod Peygamberî bir metod ve bu metodla o hedefe giderken taviz vermeme! İşte
Hoca bu üç mesele hakkında, "Bunlar yüzde yüz doğrudur" diyor ve teminat
veriyor. Peygamberler: "Bizler sizlere gönderilen peygamberleriz ve emin
(güvenilir) insanlarız" dememişler midir? Hâşâ Hoca Peygamber değildir ve
günahtan mâsum da değildir; hata edebilir. Ama o üç meselede kimse onu tenkid edemez,
fakat o metodla o hedefe giderken hatalar olabilir.
5- "Ne yapalım, partiden başka alternatif yoktur, günün
geçerli akçesi partidir. Hem tedbirli olmak lazımdır!.." derler. Bunu
söyliyenler, İslam’a iftira ediyorlar. Parti yoksa tebliğ var, cemaatleşme var!..
Açık yerlerde tebliğ mümkün değilse evlerde, ev sohbetlerinde sahabe gibi tebliğ
yapma imkânı var! Bunu kim inkâr edebilir ve bugün bile yüzlerce fert ve kuruluşlar
partisiz tebliğat yapmaktadırlar.
6- Hoca’nın yanında âlim ve ulemâ kalmadı: İçinden mal sevgisini, can
korkusunu atan, Allah’tan başkasından korkmayan, taviz verme yoluna gitmeyen,
medresevarî tahsil yapmış kaynaklara vakıf, Ehl-i Sünnet’e bağlı, tebliğ
hareketini benimsemiş hoca bulabildikde mi alınmadı veya bu vasıfta kaç tane hoca
tavsiye ettiniz de olmaz dendi?!. Sonra bulsak bile, camilerimizde hoca yokken beş-on
tane hocayı merkezde oturtup ne yaptıracaksınız?
İsraf olmaz mı? Sonra, merkezden hangi yazının yazılması veya hangi fetvanın
verilmesi istendi de alınamadı? Diyebilirler mi? ,
7- Hoca’nın idareciliği zayıf, merkezde disiplin yok: Bu da hilaf-ı
hakikattır. Dedikleri doğru olsa idi, teşkilat çoktan bitmişti. Çünkü, Hoca,
İslam’ın devlet olmasını istemiyen düşmanlarla uğraştığı gibi, Hoca’ya
rakib olanların hatta merkezde ve teşkilatta olup da Hoca’nın ayağının altına
sabun koyanların sayısı da az olmamıştır. Bütün bunlara rağmen Hoca ve
teşkilatı ayakta duruyorsa takdir ve tebrike layıktır. Ve bu, Hoca’nın mehareti
değildir; Allah’ın bir lütfudur. Kim Allah’a tevekkül ederse, kim kendine değil,
Rabb’ine güvenirse, Allah ona kâfidir. Hoca işte bunun inancı içindedir. Siz de
buna inanın! Sonra, "En zor şey nedir?" biliyor musunuz? Devletsiz bir
toplumu idare etmek. Bir tek yaptırıcı gücünüz var, o da gönüllere hitab edip iman
varlığını, mesuliyyet duygusunu harekete geçirmektir. Bu da her yerde ve her
şahısta tutmuyor. Eğer Hoca ha dediği zaman binlerce adamı bir araya getirebiliyorsa,
bu da yine Allah’ın lütfudur.
8- Hoca müslümanlara çatıyor: Çaresiz kalanlar diyorlar ki, Hoca sert gidiyor,
kâfirleri bıraktı da müslümanlara çatıyor!.. Hususiyle bu, çok söyleniyor, ama
buna açıklık getirilmiyor! Hoca’nın çatması ne demek ve nasıl çatıyor? Kime
sopa atmış, kime hakaret etmiş, kimin yolunu kesmiş, kime bağırmış veya
çağırmış?.. Söyleyin! Allah için söyleyin! Hoca hakkı söylemesin mi? Yanlış
gidenleri, batıl metod takib edenleri, taviz verenleri uyarmasın mı? Particilere
"İslam’da parti yoktur!" demesin mi? Nursîler’e, Süleymanîler’e,
kavmiyetçilere, sentezcilere, bey’atçilere, te’lifcilere: "Sizler rejimle
içiçe çalışıyor, taviz veriyorsunuz? Caiz mibu?!. Türk-İslam sentezinden
bahsediyorsunuz? Doğru mu bu?!. Bid’atçılar, en azından fasıktırlar. Fasıka
bey’at edilebilir mi? Edilmez!.. Partililere, tavizci kuruluşlara ve şahıslara
karşı kesin tavır koymuyorsunuz, belediye reis adaylarına oy veriyorsunuz; üstelik,
partici zihniyete sahip, Tayyar zihniyetine sahip ve benzeri zihniyetlere sahip kişilere
gazetenizde yer veriyor, boy boy resimlerinibasıyorsunuz; rejimin kontrolünde, putun
nazaretinde kolej açıyor, tedrisat yapıyorsunuz!.." demesin mi? Yanlış yolda,
batıl çizgide gittiklerini uyarmasın mı?!. Bunları söylemek veya yazmak,
müslümanlara çatma mıdır, onlara düşmanlık mıdır, yoksa onları sevmek ve onlara
yol gösterip onları irşad etmeye çalışmak mıdır?.. Niye meseleleri
saptırıyorsunuz? Niye akı kara, karayı ak gösteriyorsunuz? Hocalar olarak bunlar size
yakışır mı? Batıl sistemlerin arkasından gidenleri, taviz üstüne taviz verenleri
Hoca olarak uyarmıyacaksınız, uyaran, uyarmaya çalışan Hoca hakkında da "Hoca
sert gidiyor, müslümanlara çatıyor..." diye Hoca’yı kötüleyeceksiniz!.. Bu
olacak şey mi? Siz Allah’tan korkmuyor musunuz?!. Hoca’nın yaptığı emr-i
mâruf, nehy-i münker değil midir? Bu ise, ifade yönünden bazen sert olur bazen de
yumuşak. Yerine göre değişir. Kur’an’ın üslubudur. Mühim olan müslümanları
anlayabilecekleri bir dille uyarmaktır. Ve bunu yapma imanın gereği, kardeşlik
hukukunun bir isbatıdır. Münafıklar ters yönde hareket ederler. Kur’an şöyle der:
"Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velileri (dostları
ve yardımcıları)dır. İyiliği emrederler, kötülükten menederler, namazı dosdoğru
kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Resulü’ne itaat ederler. İşte bunlar var ya
Allah bunlara rahmet edecektir. Allah azizdir ve hakimdir." (Tevbe, 71) Aynı surenin
67. ayeti de münafıkları, münafıkların durumlarını anlatır ve onlar gibi olmaktan
sakındırır.
9- Cevap vermeye tenezzül etmiyoruz:
Kimi hocalar var ki, şöyle diyorlar: "Biz Cemaleddin Hoca’ya cevap veririz ama,
tenezzül etmiyoruz, lüzum görmüyoruz." Yedikleri naneye bakın; "Kedinin eli
pastırmaya yetişmemiş de ne de kötü kokuyor" demiş! Cemaleddin Hoca binleri,
yüzbinleri yanlış ve batıl yola sürükliyecekde bizim efendi de buna müdahale
etmiyecek ve "Ben cevap vermeye tenezzül etmem!.." diyecek!.. Özrü
kabahatından daha büyük, değil mi?.. Emr-i mâruf, nehy-i anil münker farz değil mi?
"Münkeri gördüğünüz zaman, elinizle, dilinizle veya kalbinizle
engelleyin!" şeklindeki beyan İslam’ın emri değil midir?
10- Hoca istişareye riayet etmiyor, derler: Bu öteden beri söyleyegeldikleri bir
suçlamadır. Bu babda şunu söyliyelim: Pek yakında 24. şura toplantısını
yapacağız.
11- Hoca oğluna görev vermiş, diye Hoca’yı itham ederler. Oğluna görev vermenin
İslam’da yeri olmadığına fetva getiren veya bir su-i istimali olduğunu isbat edin
dendiği halde cevap alınamamıştır.
12- "Hoca Kürtler'e karşıdır" derler. Defalarca isbat istemiş olduğumuz
halde isbat eden çıkmamıştır.
****************
Bizde kışkırtma yok, tebliğ var! Evet;
Türkiye’de iki din vardır. Biri Allah’ın gönderdiği ve indirdiği din, diğeri de
devlet dini. Bir başka ifade ile; biri Kur’an’ın târif ve beyan ettiği, milletin
inandığı din, nteki de devletin tanıdığı, resmen kabul ettiği ve müsaade ettiği
din. Bu iki din de "İslam" ismini alırsa da muhteva (içeriliği)
bakımından aralarında çok büyük farklar vardır.
Bir kısmına burada işaret edelim:
1- Sahası: Allah’ın gönderdiği dinin sahası, istisnasız bütün hayat safhaları
olup insanoğlunun söz, fiil ve hareketlerini içine almış ve hepsi hakkında hüküm
koymuş, müeyyideler getirmiştir. Devletin tanıdığı din ise; Allah ile kul
arasında bir vicdan işi olup camide olup bitendir; dünya ile bir ilgisi yoktur.
2- Allah’ın dininde; hem dünya hem de ahiret vardır: Devletin dininde ise sadece
ahiret vardır; Din dünyaya karışmaz.
3- Allah’ın dininde; Din devlet bütünlüğü vardır; ibadeti siyasettir, siyaseti de
ibadettir. Devletin dininde ise; din ayrı devlet ayrıdır; ibadet ayrı siyaset
ayrıdır. Bunları birbirine karıştırmak suçtur.
4- Allah’ın dininde; aile yönetimi dine, Şeriat’a bağlıdır. Devletin dininde
ise, aile yönetimine din karışamaz, evlenme ve boşanmalar, karı-koca arasındaki hak
ve görevler; İsviçre medenî kanunundan gelir, geçer.
5- Allah’ın dininde; eğitim ve öğretim sistemi dine göredir. Okul programları
yapılırken ibadet saatleri gözönünde tutulur. Devletin dininde ise eğitim
sistemine din karışamaz; müfredat programları yapılırken ibadet saatleri nazari
itibare alınmaz.
6- Allah’ın dininde; basın-yayın dine göre çalışır. Devletin dininde ise
basın-yayına din karışamaz.
7- Allah’ın dininde; hâkimiyyet kayıtsız şartsız Allah’ındır. Devletin
dininde ise, hâkimiyyet kayıtsız şartsız milletindir.
8- Allah’ın dininde; kanun koyma yetkisi yalnız Allah’a aittir. Devletin
dininde ise, kanun koyma yetkisi millete ve millet meclisine aittir.
9- Allah’ın dininde; Anayasa Kur’an dır. Devletin dininde ise, anayasayı
millet ve temsilcileri yapar.
10- Allah’ın dininde; hukuk sistemi İslam’dır, İslam hukukudur. Devletin
dininde ise, hukuk sistemi İsviçre ve Roma hukukudur.
11- Allah’ın dininde; mahkemeler Kur’an’a göre kurulur; hâkimler hükümlerini
Şeriat’a göre verirler. Devletin dininde ise, İtalya, İsviçre ve benzeri
ülkelerden getirilen kanunlara göre kurulur, hüküm ve kararlar da bunlara göre
verilir.
12- Allah’ın dininde; kaynak Kur’an, örnek Peygamber’dir. Devletin dininde
ise, kaynak insan kafası, örnek Mustafa Kemal’dir.
13- Allah’ın dininde; şarap haramdır; meyhanesi de haram, fabrikası da haramdır.
Devletin dininde ise, bunların hepsi, caiz ve serbesttir.
14- Allah’ın dininde; faizin alınması da haram, verilmesi de haramdır.
Devletin dininde ise bunlar mübahtır ve caizdir.
15- Allah’ın dininde; zina mutlak surette haramdır ve yasaktır. Devletin
dininde ise, tarafların rızası olduğu takdirde mubahtır ve caizdir; istedikleri kadar
yapabilirler.
16- Allah’ın dininde; süt anne ve süt kardeşle evlenmek haramdır. Devletin
dininde ise, ikisiyle de evlenebilir; bir şey lazım gelmez.
17- Allah’ın dininde; tesettür vardır ve farzdır. Devletin dininde ise,
tesettür yoktur; kadın başını da açar, kıçını da.
18- Allah’ın dininde; Cuma namazına gitmek farzdır. Cuma saatinde herhangi bir iş
yapılamaz, günahtır. Devletin dininde ise, işi bırakıp cuma namazına gitmek
olmaz.
19- Allah’ın dininde; günah işleyenleri kınama ve onlardan nefret etme vardır. Ve
bundan müslüman sorumludur... Devletin dininde ise, hoşgörü
vardır; adamın karısı veya kızı ile zina edilse bile bunu da hoşgörü ile
karşılayacak ve susacaktır.
20- Allah’ın dininde; kötülükleri elle, dille, kalple engellemek, kerih görmek
vardır ve her müslüman bundan sorumludur. Devletin dininde ise, hoşgörü ile
karşılanır ve ayıplanıp kınanmaz.
21- Allah’ın dininde; hakkı hak olarak, batılı da batıl olarak tebliğ etmek
farzdır. Devletin dininde ise, kimse kimseye karışmamalıdır. İşte iki din! Malesef
Türkiye’deki manzara bu! İki din birbiriyle mücadele halinde! Memleket bir savaş
meydanı! Müslüman iki suyun arasında kalmış ve şaşırmıştır; devletin dinine mi
uysun, Allah’ın dinine mi uysun?!. Bir taraftan Kur’an’ın emrettiği din, bir
taraftan kemalizmin müsaade ettiği din! İşte Türkiye’deki kavganın esas
menşei budur. Sürtüşmeler,anlaşmazlıklar, ihtilaflar, ihtiyatlar, geri kalmalar,
itimatsızlık ve
güvensizlikler, Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin kurulması, MİT teşkilatının
seferber edilmesi, bir takım şahıs ve ailelerin hapishanelere atılacak mağdur
edilmesi hep bu ikilik yüzündendir.
ÇARE:
İkiyi teke indirmek zorundasınız. Ya Allah’ın dinini tamamen kaldırıp, yasak
edeceksiniz ya da devletin yarım yamalak dinini kaldırıp, onun yerine Allah’ın
dinini, hem devlete hem millete hâkim kılacaksınız! Ya o, ya da o! İkisi bir arada
yürümedi. Elli-altmış senedir denendiği halde yürümedi. Size düşen ya
Allah’tan, Allah’ın dininden yana olmak, ya da devletten, devletin tanıdığı ve
müsaade ettiği dinden yana olmak. Yani ikisinden birini tercih etmek zorundasınız.
Siz, müslüman olarak devletin dinini tercih edemezsiniz. Çünkü yarımdır,
yanlıştır. Kabul etmediğin takdirde, nihayet hapishanesi vardır; Cehennemi yoktur!
Fakat, siz, Allah’ın dinini tercih edip ondan yana olacaksınız ve olmalısınız.
Çünkü Allah’ın dini haktır ve tamdır. Ucunda cennet vardır. Aksi halde dünyada
rezil, ahirette sefil olursunuz. Sonunda da cehennemi boylarsınız. Uçurumun
kenarında: İşte, bizim dert ve davamız budur. Bu durumu ümmet fertlerine
tebliğ etmek ve duyurmaktır. Bu tebliğatımızla ne devlet düşmanlığı yapıyoruz
ne de millet düşmanlığı. Hem uçurumun kenarında bulunan yarım ve yanlış din
sahiplerini kurtarmak istiyoruz hem de, o yarım ve yanlış dincilere karşı sus-pus
olduğumuz takdirde yine uçurumun kenarında bulunan bizleri kurtarmak istiyoruz; bunun
için çırpınıyor, bunun için gayret ediyoruz. Tebliğ ve telkinatımızı bunun için
yapıyoruz ve yaparken de ilmî ve fıkrî zeminde kalıyor, kaba kuvvete baş vurmuyor,
kışkırtma yoluna gitmiyor, terörist bir harekete teşebbüs etme niyyet ve maksadını
gütmüyoruz. Gütmemişiz de!.. "Kaynağımız Kur’an, örneğimiz Hz.
Muhammed’dir" dediğimize göre, kendimizi sorumlu addedmişizdir ki, aslında
öyledir; sorumluyuz. Yanlış din anlayışını tashih etmeye, noksanları ikmal etmeye
başlamışızdır. Tebliğ yoluyla, telkin yoluyla başlamışızdır. Ve bu, başta
hocalar olmak üzere her müslümana farzdır. Mü’min olmanın vasıflarından biridir,
aksi yönde kalmak münafıklık olur. Kur’an şöyle der: "Mümin erkekler
ve mümin kadınlar, birbirlerinin velisidirler (dostlarıdırlar). İyiliği emrederler,
kötülükten men ederler, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah’a ve Resulü’ne
itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Allah daima üstündür, hikmet
sabibidir." (Tevbe, 71) "Münafık erkekler ve münafık kadınlar
birbirlerindendir: Kötülüğü emreder, iyilikten men eder ve ellerini sıkı tutarlar.
Allah’ı unuttular. Allah da onları unuttu. Münafıklar; işte yoldan çıkanlar
onlardır." (Tevbe, 67) Biz, münafıkların safında değil, mü’minlerin
safında yer almak için, mü’minler gibi, tebliğat ve telkinatımızı yapmak
istiyoruz ve yapmaktayız. Ve bunun için yola çıktık ve diyoruz ki, İslam dini bir
bütündür; ibadetiyle,siyasetiyle, devletiyle bir bütündür.
Hayatın her safhası, her hareketi hakkında hüküm getirmiştir. Ve bunun bir
istisnası yoktur ve hak din de işte budur. Bütün müslümanların böyle bilmelerini,
böyle inanmalarını, böyle yaşamalarını ve böyle anlatmalarını Allah
emretmiştir, farz kılmıştır. Biz müslüman olarak, Hz. Muhammed (s.a.v.)’e ümmet
olarak, dinin bu emrini, bu farzını yerine getirmeye çalışıyoruz ki, bu çalışma
bir yönüyle de cihaddır. Kur’an’da 30’dan fazla ayet-i kerime’de yer alan cihad
da farzdır, Allah’ın kesin emridir. Bu noktada da yanlış anlamalar vardır;
"Cihad" denince hemen tetik çekmeyi, savaş ilân etmeyi anlıyor bazıları!..
Halbuki cihadın safhaları vardır; nefisle başlar cihad; önce insan kendi nefsine
karşı cihad açmalıdır; onu aşırı istek ve kötü duygulara karşı firenlemelidir
ki, cihadın bu safhası, Peygamber diliyle en büyük cihad sayılır. Sonra cihadın
ikinci safhası gelir; kötülüklerin ortadan kalkması, yanlışlıkların
düzeltilmesi, hurafelerin bertaraf edilmesi için dil ile, kalem ile yani öğüt ve
nasihatlarla; telkin ve tebliğlerle yapılan cihaddır. İşte bizim yaptığımız ve
yapmakta olduğumuz cihad budur. Telkin ve tebliğ cihadıdır, öğüt ve nasihat
cihadıdır, din hakkında yanlış telakkileri düzeltme cihadıdır. "Din; Devletin
anladığı, kabul ve müsaade ettiği din değil; Allah’ın gönderdiği ve indirdiği
dindir..." demek suretiyle yapılan bir cihaddır. Yoksa silahlı bir cihad
değildir, savaş halindeki bir cihad değildir. Silahlı savaş hakkında Kur’an’da
"Cihad" kelimesinden çok "Kıtal" kelimesi kullanılmaktadır.
Ve netice: İşte onlar ve işte biz! Onlar, yani kemalistler ne yaptılar?
Allah’ın gönderdiği dini tağyir ettiler, tahrif ettiler, bir takım dinî vecibelere
yasak koydular, bir takım haramları mübah kıldılar, serbest ettiler; dinin bir
kısım hükümlerini diğerlerinden ayırt ettiler, dini böldüler ve parçaladılar. Ve
nihayet bir kısmını kabul bir kısmını red ve inkâr ettiler ve bu surette küfre ve
kâfirliğe saptılar!.. Gidenler gittiler; yaptıkları bu melunâne işlerin, bu
münafikâne hareketlerin hesabını vermek üzere gittiler. Dönüşü olmayan bir
gidişle gittiler, telafisi ve tedavisi olmayan yaralar açarak gittiler, tamiri mümkün
olmayan tahribatı, ihanet ve hıyaneti yaparak gittiler!.. Dünküler gitti, bugünküler
de yarın elbet gideceklerdir. Hiç olmazsa bugünküleri kurtarmaya çalışalım.
Çalışmak her müslümana farzdır. Her müslüman bundan mesuldür. Evi yanan birisinin
evini kurtarmak gören ve bilen her müslümana bir vecibe, bir mesuliyet olduğu gibi bu
da bir vecibedir, bir mesuliyettir. İşte biz bu vecibeyi yerine getirmek, bu
mesuliyetten kurtulmak istiyoruz. Bunun için yola çıktık. Bize kızanlara,
Kur’an’ın şu ayetini hatırlatmakla bahsi kapatıyoruz: "Ey benim kavmim! Neden
ben sizi kurtuluşa çağırdığım halde siz beni ateşe çağırıyorsunuz? Siz beni
Allah’ı inkâr etmeye ve bilmediğim şeyleri O’na ortak koşmaya çağırıyorsunuz;
bense sizi O aziz ve çok bağışlıyan Allah’a çağırıyorum." (Mü’min,
41-42)
NEYİN BAYRAMI?!.
23 Nisan, 19 Mayıs, 29 Ekim ve benzeri günler neyin bayramlarıdır? Bunlar
müslümanlar için birer bayram günü değil, birer kara gündür. Zira:
1- "Devletin dini İslam’dır" maddesinin anayasadan kaldırılmasının;
2- Allah kanunlarını ve Kur’an hükümlerini kaldırmanın;
3- Şeriat’ı ve şer’iyye vekâletini lağvetmenin;
4- Hilâfet’i kaldırıp, Ümmet-i Muhammed’i Halife’siz bırakmanın;
5- Mahkemelerden, ailelerden ve mekteplerden Kur’an’ı ve Kur’an hükümlerini
kaldırmanın;
6- Cuma günkü tatili kaldırıp milyonlarca müslümanın cumaya gitmesine engel
olmanın;
7- Medrese ve tekkeleri kapatıp, Ümmet-i Muhammed’in ilim ve feyz almalarına mani
olmanın;
8- Kur’an harflerini kaldırıp yerine latin harflerini getirmenin;
9- Mekteplerden din derslerini kaldırmanın;
10- İslam takvimini kaldırıp, yerine İslam olmayan miladî takvimi kabul etmenin;
11- Kılık kıyafeti değiştirmenin;
12- Kadınların ve kızların namusundan ibaret olan başörtülerine el uzatmanın;
13- Kâfir şapkasını giymenin;
14- Halk evlerini açmanın, diskotek ve dans evlerine müsaade etmenin;
15- 19 Mayıs’larda gelinlik kızları soyup soğana çevirerek mayısa
bulaştırmanın;
16- Meyhaneler açıp şarap içmeyi, fuhuş yuvalarında zina etmeyi, faiz alıp vermeyi
serbest saymanın;
17- Allah’a mahsus olan hâkimiyyet hakkını, kanun koyma yetkisini millete tanıyıp,
milleti putlaştırmanın;
18- Putlar önünde divan durup, saygı duruşu yapmanın;
19- Devleti dinden, dini devletten ayırıp, dini devletsiz, devleti de dinsiz
bırakmanın;
20- Elhasıl küfrün ve kâfirleşmenin, putun ve putperestliğin temellerinin
atıldığı günlerdir.
İşte; Mustafa Kemal’in getirdiği inkilâblar, devrimler ve devirmeler bunlardır. Ve
işte, kemalistlerin, övmekle bitiremedikleri devrimler bunlardır!..
Binaenaleyh; herhangi bir müslüman, bu günlere bayram gözüyle bakamaz ve bayram
olarak kabul edemez!.. Çünkü, görüldüğü üzere, bu günler; müslümanın din ve
imanına, Kur’an ve mukaddesatına, namus ve hürriyetine, haysiyet ve şerefine, tarih
ve kültürüne, örf ve adetine karşı işlenen ihanet ve hiyanetin, vurulan darbe ve
yapılan tahribatın, müslümanların ağızlarına kilit vurmanın, karşı çıkanları
darağaçlarında sallandırmanın veya zindanlara atıp korkunç işkencelere tabi
tutmanın ve nihayet ehl-i iman’a kan kusturmanın temellerinin atıldığı,
kararlarının alındığı günlerdir. Kalbinde azıcık imanı olan bir
müslüman, bu kara günleri nasıl bayram kabul edebilir?!. Oturup ağlaması ve
kurtuluş çarelerini araması lazım gelirken, tertip edilen merasimlere, düzenlenen
şenliklere nasıl katılabilir?!. Bu, onun dininin de, imanının da, nikâhının da
gitmesine sebep olmaz mı?!. Şayet katıldın ise, hemen Kelime-i Şehadet getir,
tevbe ve istiğfar et ve bir daha katılmamaya karar ver ve bu yazıyı da başkalarına
okut!..
BATIL SİSTEMLER VE HOCALAR
Sualler:
Sual: 1- İslam’ın devlet yapısı bir tane
olduğuna göre bu devlete giden yol da bir tane midir? Veya birkaç tane olabilir mi?
Yani; İslam, devlet yapısını vahye ve Şeriat’a dayandırıp bizzat kendisi tayin ve
tesbit ettiği gibi, devlete giden yolu da bizzat kendisi tâyin ve tesbit edip bildirmiş
midir, yoksa serbest mi bırakmıştır? Mesela: Particilik de bir yol mudur? Mesela: Bir
partiye oy veren veya en azından partiye karşı çıkmayan Süleymanîler’in,
Nursîler’in, ülkücülerin tâkib ve tatbik ettikleri, rejimle iç içe, tavizci ve
uzlaşmacı, sentezci ve kavmiyetçi metodlar da birer yol mudur veya hoşgörücü
zihniyete sahip vahdetçilerin ve Ehl-i Sünnet’i ve kaynaklarını hor gören
bey’atçıların takib ve tatbik ettikleri metodlar da birer yol mudur?
Sual: 2- İslam’ın devletine giden yol bir tane olup vahye ve Şeriat’a dayandığı
ve aynı zamanda taviz vermeyi ve en azından hakkın karşısında susmayı dahi kabul
etmediği takdirde:
Diğer metodlar batıl mıdır? Batıl ise:
a) Metodu yanlış ve batıl olan kuruluşlara katılan cemaatlerin şer’an hükmü
nedir?
b) Böyle kuruluşlarda imamlık yapan hocaların arkalarında kılınan namazların
şer’an hükmü nedir?
c) Ayrıca laik rejimin dümen suyunda giden, Şeriat’ın değil de rejimin yanında yer
alıp laik ve kemalist rejimi müdafaa eden ve Şeriat’ın devlet olmasını isteyen
cemaat ve hocalara düşman kesilen hocaların şer’an hükmü nedir?
Sual: 3- Bir caminin kürsü ve minberinde İslam’ın hem din hem devlet olduğu
anlatılmazsa, laik ve kemalist rejimin küfür ve kâfir düzen olduğu, Mustafa
Kemal’ın bir put, onun getirdiği rejimin de bir putperestlik rejimi olduğu
söylenmese, böyle camilere yardımda bulunmak, gidip namaz kılmak caiz midir?
CEVAPLAR:
Cevap: 1- İslam vahye dayanan bir dindir;
kaynağını AIlah’tan alır. "Kaynak Kur’an, örnek Peygamber" düsturundan
hareket eder. Ve, bu noktadan hareketle devlet sistemini bizzat kendisi tâyin ve tesbit
etmiş ve o sisteme uyulmasını emretmiştir. Keza; devlete giden metod ve
usulü de
bizzat kendisi tayin etmiştir ve tavize asla müsaade etmemiştir. Binaenaleyh, "Hak
dava" bir tane olduğu gibi, "Hak metod" da bir tanedir. O da fetvası
alınan "Tebliğ" metodudur, Peygamberî bir metoddur. Diğer metodlar, yani
tebliğ metodunun dışında kalan metodlar ise -isimleri ne olursa olsun- yanlıştır,
batıldır demiş, tümünü red ve inkâr etmiş, takbih ve tel’in etmiştir. (Metod
çeşitlerini, bunların tenkid ve tahlillerini "Yeni Neslin Görevi"
başlığını taşıyan yazıyı mutlaka okuyunuz!) Elhasıl; Parti metodu da onun
şemsiye ve ayakkabısı da Şeriat değildir. Taviz veren bir metod da Şeriat değildir.
Hoşgörülü olmak için hakkı-batılı söylemiyen bir metod da Şeriat değildir.
Bunların hiç birinin fetvası yoktur ve bulunamaz. Çünkü: "Hakkın ötesinde
delaletten (batıldan) başka bir şey yoktur." (Yunus, 32) Cevap: 2- Hak
metodun (yani tebliğ metodunun) dışındaki metodlarla çalışan kuruluşlara katılan:
a) Cemaatlerin durumu: Cemaatler günahkârdır. Batıla hizmet
etmekte, para ve gayretleriyle batılın ayakta durmasını ve yaşamasını sağlamakta,
bilerek veya bilmeyerek tefrikaya (ayrılık ve gayrılığa) sebebiyet vermekte ve Ali
İmran Suresi'nin 103. ayetinin hükmüne ters düşmektedirler. Dolayısıyla sevap
yerine günah kazanmaktadırlar. Bunun hesabını ne dünyada verebilirler ne de
ahirette!..
b) Hocaların durumu: Hocaları bu hususta dört gruba ayırmak lazım:
1- Metodu ve sistemi hak olmayan, üstelik tâviz veren bir
kuruluşta çalıştıkları halde kuruluşun yanlış olduğunu söylemezler; para için,
makam için sus-pus olurlar. Hak-batıl mücadelesinde susmayı tercih ettikleri için
günahkârdırlar, haram işlemektedirler ve fasık hükmüne girmektedirler.
Dolayısıyle arkalarında namaz kılmak mekruhtur.
2- Sistem ve metodu "Hak" olmayan bir kuruluşta çalışmanın yanında
susmuyor, müdafaasını yapıyor ve bu suretle batıl bir kuruluşun ayakta durmasına,
mevcudunu muhafaza etmesine, genişleme ve yayılmasına sebebiyet veriyorlar. Bunlar;
Bakara, 159, 174-175 ve Ali İmran, 187. ayetleriyle tel’in ve takbih edilenlerin
şümulüne girmenin yanında hem "Dall’’ hem "Mudill" olmaktadırlar.
Akl-i selim sahibi bunların arkasında namaz kılmaz. Çünkü arkalarında kılınan
namazda en azından en şiddetli (harama yakın) kerahet vardır. Mezhepsiz imamlar da
böyledir. 3- Şeriat’a ve Şeriat’ı savunanlara düşman olanların yanında yer
alan kemalist ve laik rejimi savunan hocalardır. Bunlar da birer mel’un ve birer
bel’amdır. Kur’an, bunları A’raf Suresi'nde köpeklere, Cuma Suresi'nde eşeklere
benzetmektedir. Bunların arkalarında namaz kılmak şöyle dursun, tevbe edip, kemalist
rejime karşı çıkıp, ona düşmanlıklarını ilan etmeden ve yıktıkları
gönülleri ıslah edip düzeltmeden ölürlerse, namazları dahi kılınmaz. Köpek ve
eşek leşleri gibi bir çukura gömülürler.
4- Kendi başlarına birer buyrukturlar. Sistemle, siyasetle ve devletle bir alakaları
yoktur. Bir cami açabilirlerse veya bir cami ele geçirebilirlerse ve bu arada zayıf
iradeli, şuurdan mahrum, gayesiz ve hedefsiz ve aynı zamanda korkak bir kaç cemaat da
bulabilirlerse ve maddî ihtiyaçlarını da bunların sırtından temin ederlerse;
"Gel keyfim gel!" derler ve ötesini düşünmezler. Bu tip hocalar, bir
taraftan Ali İmran Suresi'nin 103. ayetine ters düşerken bir taraftan da cemaatleri
uyutma ve avutma durumuna düştüklerinden haram işlemektedirler. Dolayısıyla
arkalarında namaz kılmak mekruhtur.
Cevap: 3- Hayır! Böyle camilere ne gidilir ne de yardım edilir ve ne de namaz
kılınır. Allah’ın Şeriat’ı anlatılmayan camiler artık Allah’ın evi ve
Allah’ın camisi olmaktan çıkmıştır, tağuta hizmet eden birer merkez haline
gelmişlerdir.
Velev ki, böyle olan camilerin cemaatleri hep derviş olsun; hüküm değişmez. Ne
gidilir ne de namaz kılınır. Çünkü, zikir için cihad terkedilmez...
——————————————-
NOT: 1- Ve nihayet bu; mezkûr ayetlerin şümulüne girmemek için bir tebliğdir,
hakkı duyurmadır. Yoksa bazılarının zannettiği gibi, şahıs ve şahsiyetlere, fert
ve cemaatlara çatma değildir, düşmanlık değildir; onları uçurumun kenarından
kurtarmaktır...
2- Bu yazı çoğaltılıp dağıtılacak, itiraz edenlerden yazılı cevap istenecektir.
3- Mezhebsizler ile cihad kaçkını ve şeytanın maskarası yalancı dervişler
hakkındaki yazıları bekleyiniz.
İRAN'A BAKIŞ
Soru: İran İslam Devrimi’ne karşı tutumunuzda son zamanlarda kimi değişiklikler
olduğu iddia ediliyor. Hatta ünlü Rabıta teşkilatının sizinle iyi ilişkiler
kurmaya çalıştığı ve bu açıdan münasip bir zemin bulduğu yolunda yorumlar var.
Ne dersiniz? Hocaoğlu: İran İnkılabı hakkındaki tavrımız, kimliğimizi bildiren
tebliğin onuncu maddesinde beyan edilmiştir. Nettir ve kesindir. Orada "İnkılab
İslamîdir, mezhebî değildir" derken, yapılan inkılab devlet idaresinde
olmuştur. Yani tağutî bir sistem yıkılmış, İslamî bir sistem getirilmiştir.
Getirilen bu sistem, "Mezhebî değildir" demenin manası da "Mezhebi
ortadan kaldırmıştır veya değiştirmiştir...’’ manasında değildir. Yani
mezhepde yapılan bir inkılab, bir değişme değildir. Şah devrinde mezhep ne ise,
inkılabdan önce ne ise, inkılabtan sonra da mezheb aynıdır; Şia mezhebidir. Kurulan
devlet, Şia mezhebini gözardı etmemiştir. Bu husus anayasalarında da yer almış ve
şöyle denmiştir: "Mezheb Caferî ve İsna Aşeriye’dir ve
bu madde ebedidir, değişiklik kabul etmez." Bildirimizde "Karşı
çıkma veya teslim olma bahis mevzuu değildir!" denmiştir. Bunun manası; İran
inkılabına düşman olup karşı çıkmayız, bey’at edip teslim olmayız, olamayız.
İslam kardeşliği seviyesinde münasebetlerimizi sürdürürüz... Ehl-i Sünnet’ten
olup da düşman olanlara karşı tavrımız sert olduğu gibi, "Bey’at ettik,
teslim olduk...’’ diyenlere karşı da tavrımız aynıdır, tasvib etmiyoruz...
İşte İran ve İran inkılabı hakkındaki tesbit ve tavrımız budur. Dün bu
idi, bugün de budur, yarın da bundan başkası değildir ve olamaz. Çünkü bu, Ehl-i
Sünnet olarak mezhebî inancımızın bir gereğidir. Benim İmam Eş’ari’m, benim
İmam Maturidi’m gibi Ehl-i Sünnet âlimleri ve müctehidleri Şia’ya böyle
bakmışlar, hatalarına rağmen, İslam çerçevesi içinde mütalaa etmişler; tekfir
etme yoluna gitmemişlerdir. Her Ehl-i Sünnet mensubu bundan farklı düşünemez.
Düşünürse o Ehl-i Sünnet’in dışına çıkmıştır. Ve bu arada şunu belirtmek
isterim ki, aradaki mezheb farkları, herkes kendi mezhebine bağlı kalmak kaydiyle,
işbirliği, güç birliği yapmaya mani değildir. Bütün bunlar nazar-ı itibara
alınırsa, kimse: "Cemaleddin Hoca İran İnkılabı hakkında geriye veya ileri
gitti..." diyemez. "İleri gitti" diyenler, Ehl-i Sünnet noktasında geri
kalanlardır. Geriledi diyenler de Ehl-i Sünnet noktasnıda ileri gidenlerdir. Yani İran
İnkilabı hakkında bizi tenkid edenler; ifrat ve tefritte kalanlardır. Yoksa, Ehl-i
Sünnet noktasında kalanlarla bizim bir kavgamız yoktur ve olamaz da. Rabıta ile
bir meselemiz de yoktur. Ne onların böyle bir taleplerinden haberimiz vardır, ne de
bizim böyle bir talebimiz olabilir. Bu vesile ile ve yayınınız vasıtası ile
İran mesullerine şunu duyurmak isterim: "Avrupa’da ve Türkiye’de bir grup
türedi. Bunlar, bir taraftan İran’a bey’at ettik teranelerini çalarken, diğer
taraftan da Ehl-i Sünnet kaynakları ve müctehidleri aleyhinde bir kampanya
açmışlardır. Sayıları çok az olan ve ilimden behresi bulunmayan bu grubun sermayesi
de yalan ve iftiradır. Ve bu halleriyle cemaatlerin nefretini kazanmışlardır. Bu
sebeple Ehl-i Sünnet cemaatleri bunları adeta tecrid etmiştir. Buna rağmen ortalığı
karıştırmaktan geri durmamaktadırlar ve her bulundukları yerde huzursuzluk
çıkarmaktadırlar. Bunların bu tip davranışları, ulema çevresini ve Ehl-i
Sünnet müslümanlarını tedirgin etmekte, iki kesim arasında inkılabla meydana gelen
yumuşak, sıcak ve dostane hava; yavaş yavaş soğumaya, sertleşmeye doğru gitmektedir
ve bu gidişin nerede duracağı pek belli olmamaktadır. Müslümanların aklına
ister istemez şöyle bir soru gelmektedir: Bunlar nereden kaynaklanıyor? Bunların
arkasında kim var? Cevap olarak iki şeyden biri: Ya İran’dır, ya da iki kesimi
birbirine düşürmek isteyen İslam düşmanlarıdır. İran’dır, İran mesulleridir
diyebilmemiz için elimizde ve önümüzde çelişkili rivayetler ve davranışlar
vardır. Avrupa’ya gelen mesullerden aldığımız cevaplar, "Hayır"
şeklindedir. "Biz kimseden bey’at istemiyoruz ve kimsenin içişlerine
karışmayız. Kim İmam Humeyni’ye bey’at alıyor derse yalan söylemiştir!..’’
istikametindeki beyanlarının dışında ayrıca bize diyorlar ki: "Sizin İran
hakkındaki tesbitiniz en isabetli bir tesbittir." İşte bir taraftan böyle
sözler!.. Diğer taraftan ise, o kabil davrananlara kucak açılıyor, iltifatlar
ediliyor! Mesela: Avrupa’da iken bey’at meselesini ortaya atan, sonra da İran’a
giden ve orada bey’at ettiğini bizzat açık açık söyleyen ve ayrıca bey’at
edilmesi lazımdır diye de toplantıya yazılı teklif getiren ve bu teklifleri getiren
ve bu teklifleri resmen basılıp toplantıya katılanlara dağıtılan ve her tarafa
gönderilen (...) kimileri var ki, İran mesulleri tarafından iltifatlar görüyor.
İşte işin bir tarafı da bu!.. Bir başka çelişkili mevzu, Ayetullah
Humeyni’ye verilen ünvanlar: "Naib-i imam (çünkü asıl İmam Mehdiy-i Muntazar
ki, 12. İmam olup 1117 sene önce mağaraya girip geri dönmeyen ve Şia akidesine göre
gelmesi beklenilen zattır...), sonra İmam-ı Ümmet (ümmetin imamı), daha sonra
Rehber-i Ümmet (ümmetin rehberi) ve son olarak bir arkadaşımızın yaptığıbir
röportajda ise, "İmam Humeyni ümmetin imamı olmak üzere bizim adayımızdır.
Başkaları da adaylarını göstersinler!..’’ denmekte. Şimdi düşünelim ve
birbirimize soralım: Bunlardan hangisi doğru? Seneler önce ben, İran
basın-yayın mensuplarıyla yaptığım bir mülakatta, İran mesullerine bilhassa şu
iki hususu iletmiştim: "Münasebetlerimizin devam edebilmesi için sizden iki şey
istiyorum: Bunlardan biri, bizim mezhebî akidemizi rencide edecek sözlerinizi işitmek,
yazılarınızı okumak istemeyiz. Mesela: Sahabeye ve halifelere dil uzatmanız, size bir
fayda getiremiyeceği gibi, bizi de en azından üzer ve bağların kopmasına sebebiyet
verir. İkincisi: Mezhebinizi, mezhebimiz arasında yayma politikasını takib
etmeyeceksiniz! Bu da size bir fayda getirmeyeceği gibi, cemaatlerimizi cemaatlerinizden soğutur ve iki
kesimi birbirine düşürür." İşte, şimdi aynı endişe ve aynı tehlike
ile karşı karşıyayız. Yukarıda da söylediğimiz gibi, neşriyatınız vasıtasiyle
İran mesullerinden şunu tekrar istiyorum: Ya ortaya çıkıp mertçe "Biz bey’at
istiyoruz; İmam Humeyni İslam âleminin halifesidir, herkes ona bey’at etmeye
mecburdur; etmeyenleri asi ve baği sayıyor ve onlarla savaşmayı göze
alıyoruz!..’’ Ya böyle
desinler ya da "bey’at, bey’at" deyip kraldan çok kralcı kesilenlere yüz
vermesinler; böylelerini red veya inkâr etsinler ve bu hususu resmî bültenlerinde
efkâr-i umumiyeye duyursunlar!.. Yoksa, ister istemez insanın aklına, "Bunlar
takiyye mi yapıyorlar?" sorusu gelmektedir.