Kadınları
Dövün!.. -diyor Kuran- /
Prof. Dr. İlhan ARSEL
Akılcılığın her gün biraz daha artan baskısı altında şeriatçılarımız ''reformcu'' kesiliverdiler: ''Ne yapsak da şeriatın aklı dışlayan verilerini çağdaş kılıkta gösterebilsek'' diyerek birbirleriyle sürtüşmekteler. Bunun ilginç örneklerinden biri, ''kadınları dövün'' şeklindeki şeriat buyruğu ile ilgili. Şu bakımdan ki şeriatın ''...Serkeşlik (yani kafa tutup itaatsizlik) etmelerinden endişelendiğiniz kadınlara öğüt verin, yataklarında onları yalnız bırakın, nihayet dövün...'' şeklindeki buyruklarının uygar ve çağdaş zihniyetle bağdaşmadığını anlar oldukları için bunları sihirbazane buluşlarla şirin bir biçime sokma çabasındadırlar. Örneğin, Diyanet İşleri Başkanı, beş yıl önceki beyanlarında ''(Kuran öyle diyorsa öyledir) Ailenin devamını sağlayacaksa kadın dövülebilir'' demekteydi, şimdi birdenbire fikir değiştirip ''...Ayetin eski ve yeni yorumunu yaptım. O günkü eğitim metodu buydu. O gün aileyi kurtarmak için başvuruluyordu. Bu yöntemin çağlar boyu uygulanması söz konusu değil...'' diye konuşmakta (bkz. Milliyet gazetesi, 7 Ağustos 2000). Hani sanki birkaç yıl öncesine gelinceye kadar çağ başka idi de şimdi bir başka çağ başlamış gibi! Üstelik Diyanet'in tutum ve yayınlarında değişen bir şey yok. Bu yayınlara göre kadın, bugün hâlâ ''aklen ve dinen dû (eksik, aşağı)'' bir yaratıktır. Bu yayınlara göre ''iki kadının tanıklığı'' hâlâ ''bir erkeğin tanıklığına eşdeğerde'' sayılır. Bu yayınlara göre kadının miras payı hâlâ ''erkeğin miras payının yarısı'' olarak hesaplanır. Bu yayınlara göre kadın hâlâ ''fitneci, nankör, şeytan, uğursuz vb...'' gibi niteliklere sahip olarak tanımlanır. Bu yayınlara göre kadın hâlâ ''namazı bozan eşek ya da köpek'' kertesinde kılınmıştır ve hâlâ ''cehennem kütüğüdür'' ve ''cehennem halkının çoğunluğu kadınlardan oluşmuştur!'' Bu örnekleri çoğaltmak kolay. ''Şeriat ve Kadın'' adlı kitabımda, bütün bu hususları kaynaklara dayalı olarak belirtmiştim. Şimdi burada tekrarlamak istediğim şudur ki halkımız bugün hâlâ ''reformcu'' görünen Diyanet'in bu tür verileriyle beslenmektedir.
İlahiyatçılarımıza
gelince; onlar bakımından da durum budur. Örneğin kendisini ''reformcuların
ilahı'' sanan bir ilahiyat profesörü, üç-beş yıl önce yayımladığı
kitabında, şeriatın ''...kadınları dövün...'' şeklindeki buyruğunu
aynen benimsemiş olarak savunmaktaydı. Fakat şimdi, kitabının bu yıl yayımlanan
yeni baskısında ''kadınları dövün'' deyimini atıp yerine ''onları evden
çıkarın, yani bulundukları yerden başka yere gönderin'' şeklinde bir tümce
koyuverdi. Böylece üç-beş yıl gibi kısa bir süre arayla ayeti, birbirine
zıt ve tanınmayacak iki farklı şekle sokmuş oldu. Kuşkusuz ki bunu,
''dayak'' denen şeyin haysiyet yıkıcı olduğunu düşündüğünden değil (çünkü
düşünmüş olsaydı, birkaç yıl öncesine gelinceye kadar ''kadınları dövün''
şeklindeki hükmü benimsemezdi), fakat son aylarda kadınlarımızdan gelen
tepki sonucu olarak, yani kadını dövmenin artık Türk toplumunca kabul
edilemeyecek bir eylem olduğunu anladığı için yaptı. Ancak ne var ki bunu
yaparken söz konusu buyruğu çok daha sakıncalı bir şekle sokmuş oldu;
çünkü kadını ''evden çıkarıp başka yere göndermenin'' ''dövmekten''
daha insaflı bir yönü yoktur. Sokağa atılan ya da atılma tehdidi altında
tutulan bir kadının nasıl bir azap içerisinde kalacağını tahmin etmek güç
olmasa gerek! Eğer ''reformcu'' görünen bu ilahiyatçımız, aklın üstünlüğü
fikrine yönelmiş olsaydı yapacağı şey, ''Kadın ne dövülür ve ne de
evden atılır'' şeklinde bir şeyler söylemekti. Ama şeriata saplanmışlık
nedeniyle, aklı vahyin önüne geçiremediği için bir kötülüğü başka
bir kötülükle gidermek üzere, kadını ''evden uzaklaştırmak'' gibi
olumsuz bir çözüme başvurmuş oldu. Üstelik bunu yaparken hem ayetin
Kuran'a giriş nedenini bilmezlikten geliyor, hem 1400 yıllık uygulanmasını
unutuyor ve hem de dinin aslında olmayan bir buyruğunu Kuran'a sokmuş
oluyordu. Gerçekten de tüm İslam kaynaklarına göre günümüze dek
belletilen ''kadınları dövün'' şeklindeki ayet şu olay vesilesiyle gerçekleşmiştir:
Sa'd İbn-i Rebia adında biri, karısının kendisine karşı kafa tutmasından
dolayı öfkelenerek kadınının
babası olayı duyunca hemen kızını yanına alarak Muhammed 'e başvurur ve
şikâyette bulunur. Muhammed kendisine, ''...herhalde ondan kısasını alırız''
der. Fakat dedikten hemen sonra Tanrı'dan vahiy indi diyerek kadınların dövülmesini
öngören ayeti söyler ve şöyle ekler: ''Biz bir emir irade ettik, Allah diğer
bir emir irade buyurdu ve şüphe yok ki hayır, Allah'ın irade ettiğidir''
(Bkz. Elmalılı H. Yazır , Hak Dini, Kuran Dili, Bedir Yayınevi, İstanbul
1993, Cilt II, sh. 1350). Görülüyor ki buyruk, karısının itaatsizlik
etmesinden korkan kocaya, dövme hakkını vermekte. Din bilginlerinin 1400 yıl
boyunca ortaklaşa söyledikleri şudur ki buyruğun içeriğinde ''nüşuz''
(yani ''serkeşlik'', ''kafa tutma'' vb...) şeklinde yer alan deyim, kadının
kocasına karşı isyankâr bir tavır takınması (ya da takınması
ihtimalidir) ki güya kendisini yüksek farz edip itaatsizliğe yönelmişliğini
gösterir. Ve işte bunun olmaması için kocaya kadını dövme hakkı tanınmıştır.
İbn-i Abbas ya da Ebû Mensûr gibi kaynaklara göre kadının ''güzel koku sürünmemesi''
ya da ''kocasını nefsinden men etmesi'' (cinsi münasebette bulunmaktan kaçınması)
ya da ''kocasından hoşlanmaması'' vb. gibi davranışları ''nüşuz'' niteliği
taşımaktadır ki kocaya önce öğüt vermek, sonra yatağından uzak tutmak
(yani cinsi münasebette bulunmamak) ve nihayet dövmek gibi haklar sağlamakta.
Dikkat edileceği gibi, koca bu hakkını, karısının ''itaatsizlik edeceğinden''
şüphe ettiği zaman dahi kullanabilmekte. Söylemeye gerek yoktur ki böyle
bir buyruğu hukuka oturtmak mümkün değildir, çünkü hukuk ''şüphe üzerine
ceza'' diye bir şey kabul etmez. Ve işte bizim ''reformcu'' ilahiyatçımız,
bunu dahi göz ardı etmekten geri kalmamıştır.
Bütün bunlar bir yana, fakat bir de şu var ki söz konusu ayette kadının
ne şekilde dövülebileceğinden söz edilmemiştir. Buna rağmen İslamcılarımız,
çağa ayak uyduruyor görünmek amacıyla, dövmenin yara bere yaratmayacak şekilde
''hafif'', ''yumuşak'' olması gerektiği kanısındadırlar. Ancak ne var ki
kaş yapayım derken göz çıkarmak gibi bir duruma düşmektedirler, çünkü
''dayak'' denen şey, insan şahsiyetinin haysiyetini yok eden bir ceza şeklidir
ki bugün artık hayvanlara bile uygulanmaz. Akılcılığın getirdiği asil düşünceye
göre ''kötü'' olan şey dayağın ''hafif'' ya da ''şiddetli'' oluşu değil,
fakat bizatihi kendisidir. Bundan dolayıdır ki Batı dünyası, çocukların eğitiminde
dövmeyi en büyük suçlardan saymış ve kadını döven erkeklere en sert
cezaları uygular olmuştur.
''Kadınları dövün'' şeklindeki şeriat buyruğu konusunda tanık olduğumuz
yukarıdaki (ve benzeri nice) örnekten alacağımız ders şu olmalıdır ki
''aklı'' tek rehber olarak kabul etmedikçe ve vahyin önüne geçirmedikçe çağdaşlığa
yönelik hiçbir çözüm sağlanamaz ve yaşam sorunlarını ''vahiy rehberliğiyle''
çözümleme hevesinden kurtulamamış hiçbir toplum geriliklerden kurtulma
olasılığına kavuşamaz.
Ve yine yukarıdaki örnek bir kez daha şu gerçeği vurgulamaktadır ki
''reformcu'' görünen şeriatçılarımız, bu tür tutum ve davranışlarıyla,
toplumumuza, ''köktendinci'' şeriatçılar kadar, hatta daha da sakıncalı
bir tehlike yaratma yolundadırlar. Çünkü akla değer veriyormuş ve çağın
koşullarına ayak uyduruyormuş gibi yapıp, toplumun zinde güçlerini ve
''aydın'' kesimlerini kendilerine inandırmak, böylece vahyin üstünlüğünü
ve kişi yaşamlarına rehberliğini sağlamak amacındadırlar. Bu amaç, Türkiye'yi
her türlü gelişme olasılığından uzak kılacaktır.