Islamizm kasveti... / Ali Tartanoğlu
Siyasi İslam, ya da daha tercih edilebilir bir deyimle İslamizm Türkiye’nin benzersizliğinin çok önemli örneklerinden biridir. Fakat daha önce bir kısa değerlendirmeye gerek var.
Bir kere Tanrı kavramı ile din kurumunu birbirinden ayırmak gerekir. İnsan, önce bazı şeylerden korktuğu için, bazı güçlüklere karşı yardıma ihtiyacı olduğu için, bazı oluşumları açıklayamadığı için Tanrı kavramına ihtiyaç duymuştur. Dondurucu geceden sonra doğan ve içini ısıtan Güneş’e, bird
en bire yağmurlar, karlar, yıldırımlar yağdıran gökyüzüne tapmış, depremlerle birden bire yer yarılıp her şeyi yuttuğunda yeraltı tanrısını düşlemiştir. Bütün bunlardan ya çok korkmuş, ya da Güneş ya da Ay örneğinde olduğu gibi hayran olmuştur. Toprağı verimli olsun, daha bereketli ürün alabilsin diye, buna tek başına kendi gücünün yetmeyeceğini düşündüğünden Bereket Tanrıçası’nı geliştirmiştir. Bunun en güzel örneği, bugün bile sürdürülen yağmur duası geleneğidir. Daha sonra bunları somutlaştırıp, taştan, topraktan kendi eliyle yaptığı Tanrı sembollerine tapmaya başlar. Ama insan aklı gelişip Ay’ı, Güneş’i, yağmuru, yıldırımı açıkladıkça toprağın nasıl daha bereketli olacağını veya niye az bereketli olduğunu öğrendikçe, deyim yerindeyse bunları Tanrı’lık görevinden almıştır. Bu Tanrıların görevlerine son veren bir başka neden de, yine insan aklının gelişmesine koşut olarak, toplumsal örgütlenmenin gelişmesidir; insan yardımlaşmayı, dayanışmayı öğrenmiştir çünkü.İnsan aklının, beyninin gelişme yeteneği çok daha fazladır. Buruşuk bir masa örtüsüne benzeyen insan beyninin, ütülenip açıldığında 1,5 metrekarelik bir alanı kaplayacağı, oysa ünlü fizik bilgini Einstein’in bile bunun ancak yüzde 10’unun kullanabildiği söylenmektedir. Yüzde 10’unun bile insanlığı ul
aştırdığı gelişme noktası dikkate alınırsa, bırakınız beynin yüzde yüzünün kullanılmasını, yüzde 50’sinin, hatta yüzde 25’inin kullanılmasıyla daha hangi noktalara geleceğimizi düşünmek bile olanaksızdır. Dolayısıyla insan aklı geliştikçe, belki pek çok yeni sorun da doğacaktır, ama bugün yaşanan pek çok güçlüğün yenileceği, pek çok bilinmezin aydınlanacağı da kuşkusuzdur. Örneğin bundan iki ya da üç yüz yıl öncesine kadar öldürücü bir hastalık olan veba, ya da sıtma, trahom için bugün artık şifa versin diye Tanrı’ya yakarmaya gerek kalmamıştır. Hatta belki insanın ve öteki canlı varlıkların nasıl meydana geldiği sorusunu da insan, kendi beyniyle yanıtlayacaktır. Aynı şekilde toplumsal örgütlenmelerin de gittikçe daha paylaşımcı, dayanışmacı hale gelmesiyle başka sorunlar da çözülecek ve örneğin patrona, efendiye, ağaya, müdüre, amire beddua etmeye hiç gerek kalmayacaktır.Ancak bugünkü düzeyiyle insanoğlunun, çözemediği sorunlardan, bilinmezlerden, yenemediği korkulara kadar birçok nedenle Tanrı’ya daha uzun süre ihtiyacı olduğu bir gerçektir.
Din ise tamamen bir insani örgütlenmedir. Hangisi olursa olsun dinlerin gerek inançla ilgili bölümünde gerekse ayin, tören, ritüel kısmındaki kurallar, buyruklar fazlaca insanidir, insansıdır. Yahudilikten, Hıristiyanlığa, Hıristiyanlıktan Müslümanlığa geçiş sanki beğenilmeyen, arızalanmış bir, örneğin eğitim sisteminin, beğenilmeyen bir yönetim sisteminin yerine yenisinin getirilmesini andırmaktadır. Oysa teoloji kuramına göre her şeye kadir bir Tanrı’nın kendi kurduğu sistemleri böyle yaz-boz tahtası gibi ikide birde bu olmadı yenisini yapalım diye değiştirmesini ilahi güçle, Tanrısallıkla açıklamak mümkün değildir. Bu çok insansıdır, tam da insansı bir beceriksizliktir. Kadir-i mutlak Tanrı, düzenini bir kez kurdukt
an sonra sonsuza dek sürdürmeye muktedir olan güç demektir, bu güce sahip olan demektir. Buradan çıkarılacak kaçınılmaz sonuç, “demek Tanrı kadir-i mutlak, her şeye gücü yeten değilmiş” değil, tersine bu düzenlemelerin Tanrı tarafından yapılmadığıdır.Aynı şekilde her üç dinde ibadet şekilleri farklıdır; din adamlarının giyim kuşamları farklıdır, ibadet yerleri farklıdır. Haham papaz gibi, papaz imam gibi giyinmez; cami sinagogtan, sinagog kiliseden farklıdır; camide minare vardır, kilisede çan kulesi vardır, sinagogda hiç biri yoktur. İmam normal günlük kıyafetinin üzerine bir cüppe giyip başına bir sarık takmakla yetinir; papazınsa görev kıyafeti, günlük kıyafetinden tamamen farklıdır; her seferinde soyunup giyinmek zorundadır. Hatta papaz günlük kıyafeti
nde bile yakasında papaz olduğunu belirtecek bir beyaz şerit taşır. Bunların hepsi sonradan, uygulama içinde insanlar tarafından gelenek ve daha sonra da kural haline getirilmiştir. Her üç dinde de kuruluşları sırasında ibadet yeri olarak bugünkü sinagog, kilise ya da cami yoktur. Bunlar da sonradan geliştirilmiştir. Yahudilikte ve Hıristiyanlıkta başlangıçta bir örgütlenme, bir din adamları sınıfı yoktur. Buna karşılık Müslümanlıkta baştan itibaren Muhammed ve onun yerine geçenler hem devlet başkanı hem de cemaatin imamı olmuştur. Öteki iki dinde ise devlet adamlığı ile din adamlığı hiçbir zaman bir kişide birleşmemiştir. Ama şurası kesindir ki, bütün bu anlatılanların hiçbirisi bu dinlerden hiçbirisinin kutsal kitabında belirtilip düzenlenmiş hususlar değildir. Sonradan süreç içinde, uygulama içinde ortaya çıkıp gelenekleşmiş, kural haline gelmiştir.Ayrıca semavi dinlerin her biri belli sınırlı bölge ve topluluklar içinde gelişmiştir. Oysa aynı kadir-i mutlak Tanrı, teolojiye göre kulları arasında fark gözetmez. Dolayısıyla bir düzen kuracak idiyse tüm insanlık için kurardı; daha ilk yaratılıştan, sonra doğuştan itibaren kullarını o inançlarla mücehhez kılabilirdi. Ve o düzenin yaygınlaşması için kullarından aracılara, vekillere, peygamberlere, azizlere, ve
lilere, evliyalara gerek duymazdı Oysa bu dinler söz konusu belli bölge ve topluluklarda doğduktan sonra yine aynı topluluklar tarafından yayılmaya, yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. Örneğin Hıristiyanlık bugünkü yaygınlık alanının tam tersine Ortadoğu’da, Filistin’de doğmuştur. İsa başlangıçta bir Yahudi köy vaizidir. Hakkında yazılmış çizilmiş çok az şey vardır, yaşamı konusunda çok az şey bilinmektedir. Aklında Hıristiyanlık gibi bir yeni din geliştirmek, peygamberlik gibi bir şey yoktur. Sadece itiraz ettiği bazı konularda kendi dinini eleştirmiş, bu yönde vaazlar vermiştir. Bu nedenle, yani dine karşı geldiği gerekçesiyle, Filistin’in o zamanki Yahudi Şehir Meclisi’nin talebi üzerine yine o dönemdeki Roma’lı vali tarafından çarmıha gerilerek idam ettirilmiştir. Yani Hıristiyanlığı İsa’nın kurduğunu söylemek mümkün değildir. Ölürken yanında bulunan ve Yahudilik konusunda kendisi gibi düşünen Havariler, öldürülmesine karşı bir isyan şeklinde bu hareketi geliştirmiştir. Hatta bu azizlerden bir kısmı, daha önce bırakın Yahudi olmayı, Roma İmparatorluğu’nda o zaman geçerli olan çok tanrılılığa bağlıdır. İsa’yı bir dönek olarak niteleyen Yahudilerle, Yahudileri kendi içlerinden çıkan İsa’yı katletmekle suçlayan Hıristiyanlar arasında Müslüman dünyanın havsalasının alamayacağı derinlikte bir düşmanlık, değilse bile bir kırgınlık vardır bu nedenle. Hitler’in Yahudi düşmanlığının temelinde bile, bilinçli ya da bilinçsiz bu kırgınlık vardır. Hıristiyan-Yahudi çatışmasının akıttığı oluk oluk kan bir yana, Hıristiyanlığın o günkü Roma İmparatorluğuna, bugünkü Batı Avrupa’ya yayılmasından tutunuz, Müslümanlığın Halife orduları aracılığıyla Türkler arasında yayılmasına, Hıristiyanların Müslümanlara karşı düzenlediği Haçlı seferlerine kadar söz konusu dinlere adam kazandırma süreci, hep yine oluk oluk kan pahasına sürdürülmüştür. Her şeye kadir bir Tanrı’nınsa bu kadar kana gerek duyması asla düşünülemez.Kendisinden öncekilerden epey ders çıkardığı anlaşılan Müslümanlık ise, sözünü ettiğimiz “insansılık” unsurunu, insansı görünümü en aza indirgemek için epey çaba harcamış ve bunda epeyce başarılı olmuştur. Doğuşundan itibaren bir devlet dini olması, İslamiyet’i öteki dinlerden ayıran en önemli özelliktir. Öteki dinler, tam tersine o dönemdeki kurulu düzenin resmi-merkezi
otoritesine karşı ciddi mücadeleler vermek zorunda kaldıkları halde Müslümanlık, Muhammed’in parlak zekasının da katkısıyla daha doğar doğmaz kendisi bir resmi-merkezi otorite olmuştur. İlk dönemdeki Bedir, Uhud, Hendek gibi savaşlar isyan edenlerin merkezi otoriteye karşı mücadeleleri değildir. Muhammed, peygamberliğini ilan ettiğinde zaten o zamanki Arap toplumunun en büyük kabilesinin, en zengin ailesinin çocuğudur. Bir aristokrattır. Yani zaten hakim sınıf mensubudur. Bu savaşlar sadece öteki kabilelerle yapılan, düpedüz otorite kavgalarıdır. Çünkü normal şartlarda kabile reislerinin yönetimde eşit ağırlığı ve söz hakkı varken, Muhammed’in peygamberlikle, devlet başkanlığına giden yolu açacağını ve kendi otoritelerinin en azından ikinci dereceye düşeceğini anlamışlardır. Yani en azından Muhammed’in doğrudan hedefi o dönemdeki dağınık, merkezi yönetimden yoksun, devlet kurumlaşması ve geleneği olmayan Arap toplumunu kendi devlet başkanlığı altında toparlayıp bir ulus yaratmak olmuştur. Oysa İsa ve Musa, bir kere toplumsal düzey olarak sıradan insanlardır, Muhammed gibi egemen sınıf üyesi soylu değildirler, onun gibi büyük vizyonları, büyük iddiaları, hedefleri olmamıştır. Musa’nın Mısır Firavunlarının zulmüne karşı bir din şemsiyesi altında bir direniş örgütlemek gibi bir amacından belki söz edilebilir; ama hele İsa, bazı noktalarda kendi dinini eleştirmekten öte bir amacı, hele yeni bir din kurmak, hele hele devlet kurmak gibi bir amacı asla olmayan, sözcüğün tam anlamıyla “gariban” bir köy hahamıdır. Zaten karşısındaki de Roma İmparatorluğu gibi dev bir devlettir. Kendisine ciddi biçimde karşı koyacak bir devletin olmayışı, hatta o günün koşullarında dolaylı da olsa, bugünkü anlamda devlet denilemese bile, toplumun bizatihi egemen unsurlarından olması, belki de Muhammed’in en büyük şansı olmuştur.Şimdi, şu noktanın vurgulanması şart. Bir devlet kurmak, bir devletle özdeşleşmek amacı olsun olmasın, bu dinler, önünde sonunda egemen sınıfla özdeşleşmiştir. Yahudilik Mısır Firavunluğunun dini olamamışsa da Yahudilerin devlet dinidir (laik olmayan İsrail’de Musevilik devlet dinidir); Hıristiyanlık, sonunda bizzat Roma İmparatorunun da dini olmuştur. İmparatorluğun merkezini Roma’dan Bizans’a taşıyarak, İstanbul’u, Türklerin fethine kadar Batı Roma imparatorluğu
nun hatta Roma İmparatorluğunun bütününün başkenti haline getiren İmparator, aynı zamanda, bu nakille aynı sırada Hıristiyanlığı kabul etmiş ilk Roma imparatorudur. Roma İmparatorluğunun çok tanrılı geleneksel resmi dini bir süre Hıristiyanlıkla birlikte yaşamış, sonunda bizzat bir İmparator fermanıyla yasaklanmıştır.Bunun açıklamasını şöyle yaparsak herhalde yanlış olmaz. Muhammed’den Roma imparatorlarına kadar o dönemlerin tüm yöneticileri, ister tek tanrılı ister çok tanrılı dine bağlı olsunlar, bugünkü gibi gelişmiş ideoloji çeşitliliğine sahip olmadıkları için, ister baştan itibaren ister süreç içinde uzlaşarak, otoritelerini bir noktadan sonra ilahi güce dayandırmak zorundadırlar. Evet; uyruklarının kendilerine itaatini sağlamak için sonsuz bir güce
sahiptirler; ağızlarından çıkan, yasadır. Diledikleri gibi asıp kesebilir, diledikleri gibi ödüllendirebilirler. Ama bütün bunların da bir dayanak noktası, bir meşruiyet kaynağı olmalıdır. İşte bu nokta, bu kaynak öncelikle Tanrı’dır. Yönetenlerin otoritesinin kaynağı Tanrı'dır. Yönetenlerin istekleri, buyrukları, aynı zamanda Tanrı’nın da isteği ya da emri olduğu için itaat edilir. Asıp kesmeleri ya da ödüllendirmeleri, Tanrı’nın da asıp kesmesi ya da ödüllendirmesi olduğu için meşrudur. Roma’daki Başpiskopos/Papa ile İmparator arasında, tıpkı Osmanlı İmparatoru ile Şeyhülislam arasındaki (Arap Müslümanlığındaki devlet ile Osmanlı Müslümanlğındaki devlet arasında, devlet ile din ilişkisi bakımından en büyük fark budur: devlet başkanlığı ile dinsel şefliğin birleşmemesi ve Osmanlı’da dinsel şefin devlet başkanına tabi olması...), hatta hatta tıpkı Kızılderili kabile reisi ile kabile büyücüsü arasındaki ilişki vardır. İmparatorlar, padişahlar ve şefler papayı, şeyhülislamı ya da büyücüyü daima yanlarında, yandaşları olarak görmek isterler. Görmedikleri zaman papa, şeyhülislam ya da büyücüyü bekleyen akıbet öldürülmektir. Çünkü Tanrı’yı yer yüzünde temsil eden papa, şeyhülislam ya da büyücü değil, imparator, kral veya şeftir. Din ise bu ilahi kaynağın somutlaşmış, örgütlenmiş halidir. İmparatorlar, krallar, padişahlar, şefler hem tahtlarını hem de toplumun ileri gelen varlıklılarıyla birlikte mülklerini ve zenginliklerini böylece korumuşlardır. Evet, isyanlar çıkmış (Spartaküs’ü, Şeyh Bedreddin’i anımsayınız), krallar, imparatorlar, padişahlar da canlarından olabilmiştir, ama toplumsal denge ya da zenginlikleri ellerinde bulunduranlar hiçbir zaman değişmemiştir.Burada bir anekdotu aktarmadan geçemeyeceğiz. Necmettin Erbakan, mal bildirimi zorunluluğu dolayısıyla kişisel servetini açıklayıp da başka pek çok şeyin yanında 147 kilo da altını olduğu anlaşılınca, kendi seçim bölgesi olan Konya’da bir Refah seçmenine yönelttiğimiz, “Profesör maaşıyla bu kadar servet edinilebilir mi? Hiç kuşku duymuyor musunuz” sorusuna.
verdiği cevap çok ilginçtir. Başkalarını ille de “bu dünya”da günahsız, mükemmel Müslüman, cennetlik Müslüman yapmak konusunda, Tanrı’yı aşıp tıpkı o başkaları gibi bir “kul” olan kendisini yetkilendiren, yani “kerameti kendinden menkul”, bu amaçla başkalarının elinden içki kadehini almaya, başkalarının saçını örtmeye, eteğini uzatmaya, oruç tutmayanı devlet gücüyle öldürmeye kalkan, hatta öldüren zihniyet, sıra Erbakan’a gelince “günahı boynuna, varsa bir hilesi hurd’ası, hesabını öte dünyada verir” diyip çıkmıştır işin içinden!Hazır Erbakan’a değinmişken, Türkiye günceline dönmenin de zamanıdır.
Evet, Tanrı ihtiyacı her insanın kendi içsel sorunu olduğuna, dinler ise tamamen insansı kurallarla dolu insani örgütlenmeler olduğuna göre kimsenin kimseyi iyi Müslüman, cennetlik Müslüman yapmak gibi bir görevi, hele hele Tanrı tarafından verilmiş bir vekaleti olmadığı da rahatça söylenebilir.
Bir kere ceza yasaları da dinlerinkine benzer kurallarla doludur. Bu kurallar insan aklının ürünüdür. İnsanların çok az bir kısmı suç işler. Şu anda Türkiye hapishanelerinde 60-70 bin civarında tutuklu ve mahkum vardır. Çünkü, adam öldürmenin doğru olmadığını akıl edemeyen, ya da bu yanlışı ciddiye almayan birileri her toplumda olabilmektedir. Bu kurallar, bu yaptırımlar
işte bu çok küçük (binde 1’den az) azınlık için konmuştur. Yoksa insanların büyük çoğunluğu kutsal kitaplarda ya da ceza yasalarında yasak olduğu için değil, kendi aklı ve vicdanı adam öldürmeyi, hırsızlık yapmayı doğru bulmadığı için adam öldürmez, hırsızlık yapmaz. Ceza yasaları, kutsal kitaplar olmasaydı da yapmazlardı.Toplumsal kurallarda durum böyledir. Kişisel kurallar, yani ibadetle, örtünmeyle, içki vb. ile ilgili kurallar ise zaten tamamen Tanrı ile kulu arasındadır. Bir insanın çıkıp bir başkasına “aman namazını kıl, orucunu tut, içki içme, başını ört de mutlaka cennete git” demesi, buna zorlaması, hele hele bu zorlamanın devlet gücü ile yapılması kadar açıklanması güç bir şey olamaz. O kadar ki, teoloji kuramına göre Tanrı bile doğruyu yanlışı göstermiş, cennet ve cehennem olarak yaptırımı belirlemiş, sonra insanı kendi aklı ve iradesiyle baş başa bırakmıştır. Yani Tanrı bile insanı günahkar olup olmamak, iyi Müslüman, iyi Hıristiyan olup olmamak konusunda özgür bırakmıştır. Başka türlü, cenn
et ve cehennemin birer ikiz kavram olarak açıklanması nasıl mümkün olur? Tanrı, eğer bütün kullarının saf mü’min olarak hiç günah işlememesini isteseydi, daha en baştan hepsini öyle yaratır, bir “cehennem”e de gerek duymazdı. Oysa dinsel söylencelerde bile Adem ile Havva’dan, Habil’le Kabil’den, Adem ve Havva’nın oğullarının, üremek için zorunlu olarak da olsa kendi kız kardeşleriyle evlenmelerinden itibaren günah vardır, suç vardır. Kaldı ki bunlar söylencelerdir. Gerçek yaşamda da, örtünmeyi bilmeyen, ateşi bilmeyen, çiğ et yiyen, daha konuşmayı bilmeyen, hatta cinselliği bile bilmeyen ilk-ilkel insanın suçu, günahı bilmesi mümkün müdür? Karnını doyurmak için bir hayvanı nasıl öldürüyorsa, insanı da aynı doğallıkla öldürebilir. Ensesti bilmez ki kız kardeşinden uzak dursun, hatta belki kız kardeş, kardeş kavramını bile bilmez. Aile, namus vb. gibi kurum ve kavramlar yoktur ki başkasının kadınından uzak dursun. Okuma yazma mı vardır ki açıp Kur’an’ı ya da Ceza Kanunu’nu okusun.Bütün bunlar insanın on binlerce yıl süren yaşamışlıklarından, deneyimlerinden süzüp çıkardığı gelenekler, kurallardır. Tanrı da çok daha rasyonel ve gerçekçidir. Yarattığı ilk insandan on-yirmi bin yıl sonra ortaya çıkan Yahudiliği, Hıristiyanlığı, Müslümanlığı on-yirmi bin yıl önce
yarattığı o zavallılara uygulayamayacağını en iyi o bilir. Teoloji kuramına göre O, ilk insandan, birinci, bir numaralı insandan bugüne kadar gelip geçmiş bütün insanların tanrısıdır. Yarattığı “ilk” insan için bir dine, hatta bir Tanrıya bile gerek duymayan yine odur. Duysaydı daha baştan her şeyi ona göre düzenlerdi. Oysa o tam tersini yapmış, insanı aklı ve vicdanı ile baş başa ve özgür bırakmıştır.Öyleyse günümüzdeki gelişmeleri nasıl yorumlayacağız?
2000 yılı insanının hiçbir dine, hatta Tanrıya inanmaması kadar, bir dine inanması, hatta sıkı sıkıya bağlı olması, bu inancı uygularken engellenmesi halinde direniş göstermesi de doğaldır. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’de İslamistlerin bir sıkıntısı yoktur. İna
nç, içselliği nedeniyle, yani dışa vurulmadıkça zaten bir baskı söz konusu olamaz. Devlet adamlarının, hükumet üyelerinin Cuma namazına ya da hacca gitmek için sıraya girdikleri bir ortamda inancın dışa vurulması, yani ibadet konusunda da bir baskı yoktur. Türban sorununda sıkıntısı olan İslamistler değil, devlettir. İslamistler, kaleyi fethetmek için yeni bir hamle yapmakta, kale de kendisini savunmaktadır.Muhatabın hoş görü katsayısına göre bu da normal sayılabilir. Baş örtüsü kahramanlarının tamamı açısından bunun gerçekten bir inanç ve kişisel tercih sorunu olduğu, demokrasi, özgürlük iddiaları da hiç değilse bir an için kabul edilebilir. Ama yine de çözüme ulaşamazsınız. Salt baş örtüsü, öteki ibadetlerle ve öteki din kuralları ile desteklenmedikçe, bir arada olmadıkça, sadece bir siyasal koç başıdır. Kadınların TBMM dahil kamu kurumlarında başlarını örtme ısrarlarını başka türlü yorumlamak olanaksızdır. Çünkü din ve onun kuralları bir bütündür; eğer gerçekten içtenlikle inanıyorsanız bu kuralları bütünüyle uygularsınız. Sadece başörtüsü üzerinde
duruyor, sadece başınızı örtüyorsanız, bunu sadece bir inanç ve kişisel tercih olarak açıklarken inandırıcı olamazsınız.Necmeddin Erbakan, görüldüğü kadarıyla beş vakit namazını kılmaktadır, hacca da gitmiştir; muhtemelen düzenli olarak oruç tutmakta, zekat vermekte, içki içmemektedir ve saire. Ama dinin kuralları bundan ibaret değildir ki! Örneğin servetiyle ilgili açıklamasına kendi yandaşlarını bile inandırdığı kuşkuludur da, kol kırılıp yen içinde kalmaktadır. Erbakan namaz sureleri dışında Kuran bil
ir mi? Çok ciddi yalanlar söylememiş midir; örneğin servetiyle ilgili olarak?.. Yani hem o serveti elde ederken, hem de bunu açıklarken günahkar olmadığına, hadi belki bizi inandırır, inanmasak da elimizden bir şey gelmez; ama Tanrı’yı inandırabilir mi?Partili milletvekillerinin, yandaş gazetelerin yazar, çizer ve çalışanlarının, kaçı düzenli namaz kılar? Hele meclise, okula, daireye baş örtüsüyle girmeleri için durmadan yüklendikleri Merve Kavakçıların, hele hele oy vermeyenlerin Müslüman sayılmayacağının bizzat Erbakan tarafından da söylendiği RP-FP’nin 4 milyon seçmeninin kaçı düzenli namaz kılar, oruç tutar, içki içmez? Hiç mi yalan söylemezler, hiç mi harama uçkur çözmezler?..
Onlara söylenen sadece “başı örtük olarak meclise, okula, daireye giremezsiniz...” olduğu halde, hem de demokrasi ve düşünce özgürlüğünü de arkalarına alarak verdikleri karşılık, “Türbanlılar ana, türbansızlar mama...” olmaktadır. Yani, cevaptaki düzeysizlik ve bayağılık bir yana, onlara göre başı örtülü ya da açık, milyonlarca samimi Müslüman kadın, sırf kamu kurumlarına başı örtülü girilmesini desteklemedikleri için fahişedir!.. Sevgilisi ile (kocasıyla dahi olsa) Kızılay Meydanı’nın ortasında öpüşüp sevişen başı örtülü kızların Müslümanlığın neresine sığdığı ise onlar için bir soru, ya da sorun değildir.
Yok eğer bir siyasal mücadele yapılıyor ise...
Yüzde yirmi, yüzde on beş oyla devrim yapmış gibi davranamazsınız. Hatta “oy” söz konusu ise yüzde 85 oy bile alsanız, devrim yapmış sayılmazsınız. Çünkü mevcut düzenin, sistemin kurallarına uyarak sağladınız bu oy oranını. Yani o beğenmediğiniz ve değiştirmeye uğraştığınız Cumhuriyet’in Siyasi Partiler Kanunu’na göre serbestçe örgütlendiniz. Serbestçe propagandanızı yaptınız. O beğenmediğiniz Cumhuriyet’in Seçim Kanunu’na göre seçimlere katıldınız, o beğenmediğiniz, “o sizin anayasanız” dediğiniz Anayasa’ya göre meclise girip bu ülkeyi yönetmeye soyundunuz. Milyar liralık maaşa hayır demiyorsunuz, kırmızı pasaporta, ülkenin en iyi değilse bile en pahalı hastanelerinde yedi sülalelinizi bedava muayene ve tedavi ettirmeye hayır demiyorsunuz. Ankara’nın Oran semtinde rayiç değerlere göre satış bedeli en az (evet en az!) 50 milyar, aylık kira bedeli en az 500 milyon lira olan ve size oy vermeyen yüzde 85’in de vergileriyle yapılmış olan lojmanlarda oturmaya da hayır demeyeceksiniz. Ama bu rejime karşısınız, bu nedenle de onun kurallarına uymayacaksınız!
Bu durumu “beni halk seçti, beni halk yetkilendirdi” diye açıklamak gerçekten insanları aptal yerine koymaktır. Bir kere halkın verdiği yetkiyi, sistemin kalbinde aykırılık şovu yapma yetkisi olarak algılayamazsınız. İkincisi ve asıl önemlisi ise ahlak denilen kurum pratik, günlük hukuktan çok daha anlamlı, önemli ve onu da kavrayıp kucaklayan, hatta denetleyen bir kavramdır. Doğru, “faziletli” davranış, kağıtlarda, kitaplarda kanunlarda yazmasa bile orada bir yerlerde, insanların aklında, vicdanında, mantığında durmaktadır. Eğer ahlakı sadece en basitinden “cinsel ahlak” olarak anlamıyorsanız, bunun bir felsefe olduğunu biliyorsanız milyar milyar maaşını, lojmanını, her türlü nimetini içinize sindirebildiğiniz “patron”un kuralına da uyarsınız. Uymayacaksanız, öncelikle nimetleri reddetmeniz gerekir. İkisinin bir arada olmasını içine sindirmek, ahlaki değildir, ahlaksızlığı meşrulaştırmaktır.
Başına kırmızı-yeşil-sarı kurdele takıp Kürtçe yemin etmeye kalkan ve kendi tezlerini en meşru biçimde dile getirebilecekleri TBMM gibi son derece önemli ve meşru bir zemini hovardaca, mirasyedice Tansu Çiller-Doğan Güreş faşizmine gümüş tepsi içinde adeta iade edenler de aynı kaba girer.
Bir başka anlatımla, bu tavırları takınabilmek için ya ciddi ciddi devrim yapmak, ya da hiç değilse çok yüksek oranda, tartışılması, oraya buraya çekiştirilmesi mümkün olmayan oranda oy almanız gerekir. Ama ne devrim yapmışsınız, yapmaya cesaret edebilmişsiniz, ne de çok yüksek oranda, yüzde 50’lerin üzerinde oy almışsınız... Yine de donkişotluk yapıp yel değirmenlerine de değil muhkem kalelere saldırıyorsunuz. Sonra her şey ağzınıza yüzünüze bulaşıyor, örtünün altından bunca yıl “Batı Kulübü... Batı Kulübü...” diye sözde saldırıp durduğunuz Amerikan emperyalizmi ve hatta ajanlığı ile neredeyse eş anlamlı Amerikan vatandaşlığı çıkıyor...
İslamistler silaha sarılıp devrimi denemeye kalkışamamaktadır. Ama yine de şu benzetmeyi yapmakta yarar var: Deniz Gezmiş’in, yahut Uğur Mumcu’nun Amerikan vatandaşı olduğu anlaşılsaydı ne olurdu? İslamistler, Ülkücüler, Özalistler kendi hallerine bakmadan neler düşünür, neler söylerlerdi?.. Dikkat edilsin: Deniz Gezmiş denildi, Bülent Ecevit, Deniz Baykal değil. Kuşkusuz seviyeleri, kratları, ayarları itibariyle Merve Kavakçı ile Deniz Gezmiş’i, adlarını kağıt üzerinde yan yana getirerek düşünmek bile olanaksız. Ama Merve Kavakçı, böyle bir misyona soyunursa şu sorular akla hemen gelmelidir: Deniz Gezmiş ve arkadaşları niye asılmıştı? Anayasayı tağyir, tebdil ve ilga suçundan... Bu suça temel olan eylemleri neydi? İş Bankası Emek şubesini soyup 25 milyon lira gasp etmek... Hayali ihracat yapıp devleti aynı miktarda dolandıran Yahya Demirel bile birkaç yıl hapisle kurtulmuştu. Kimse Yahya Demirel’i “anayasayı tağyir, tebdil, ilga; TBMM’ni çalışmaktan kısmen veya tamamen alıkoymak”la suçlamamıştı. Doğrusu da buydu: 25 milyon lira çalarak elbette Anayasa tağyir, tebdil ve ilga edilmez, TBMM çalışmaktan alıkonamazdı. Böyle bir suçu meşru biçimde işleyebilmek için ancak emir komuta zinciri içinde hareket eden Türk Silahlı Kuvvetleri olmak gerekirdi. Onlar bile başarılı olamadıkları zaman idam cezasına çarptırılmışlardı. Yani kaba hukuk mantığından hareket ederseniz, Meclis’te türban eylemi, 146’ncı maddeye Denizlerin eylemlerinden çok daha uygundur. Denizlerin eylemi adi suçtur; ama bedelini asılarak ödemişlerdir; Merve Kavakçı ise, düpedüz, Türk Ceza Kanununun devlete karşı işlenen suçlar başlığı altında düzenlenen siyasal bir suç işlediği halde, Türk vatandaşlığından çıkarılmakla paçayı kurtarmaktadır.
New York’ta dönercilik yapan bir Türk’ün Amerikan vatandaşlığı elbette son derece sade, masum bir olaydır. Ama, Amerika konusunda tam tersi söylemlere sahip bir siyasetin militanlığına soyunan bir kimse aynı rahatlığa sahip değildir. Bedelini de öder. Silahlı silahsız mücadele ettiği halde yenilen bir tarafın, karşı taraftan hala bir şeyler istemeğe, hele bunun için demokrasi, özgürlük gibi kavramlara sarılmaya hakkı olamaz Eğer bir düzene, sisteme, rejime, bir iktidara karşı mücadele edecekseniz, ekmek parası kazanmak, asgari ve namusundan ödün vermeden yaşamını sürdürecek düzeyde gelir elde etmek dışında düşmanınızın sunduğu tüm nimetleri, kuralları reddedip, dağda mı olur, hücre de mi olur, silahla mı olur, silahsız mı olur, İran’a, Suudi Arabistan’a, Libya’ya, Cezayir’e, Kuzey Irak’a, Suriye’ye giderek mi olur, nasıl gerekiyorsa öyle mücadele edersiniz. Türkiye’de sıkışınca Almanya’ya, Belçika’ya, İtaya’ya, Amerika’ya kaçıp, Nijerya’ya gönderildiğinizde bile orayı beğenmeyip Yunanistan Büyükelçilik konutuna sığınıp, Ankara’nın Oran semtinde lüks villada, cebine konan milyar lira harçlık ile yaşayarak “Ankara”ya karşı mücadele edilmez. Dağa çıktınız, İran’a gittiniz, Amerika’sından Suriye’sine alabildiğine yardım ve destek sağladınız; buna rağmen kaybettiniz, yenildiniz... O zaman da sesinizi keser oturursunuz. Ben yenildim, ben ancak yüzde 15 oy aldım ama sen onu yüzde 75 say, benim istediklerimi yine ver, diyemezsiniz. Hem de düşmanınıza!
Sadece Türkiye’de değil, Cezayir’den Pakistan’a kadar İslamistlerin bir başka savı, İslam’ın sadece bir din değil aynı zamanda bir sosyal ve siyasi düzenleme olduğu, buna bağlı olarak camilerin de sadece bir tapınma yeri değil, aynı zamanda siyasetin de tartışıldığı bir yer olduğudur.
Yine yukarıya dönmek gerekir. Böyle bir şeyi ancak devrim yapmışsanız topluma dikte edebilirsiniz. Ama otuz yıldır bulunduğunuz parlamentoda bu sava engel olan ve sözde “anti demokratik” bulduğunuz yasaların kılına dokunmadan bu dikteye kalkışırsanız, yani dinin bir siyaset, tapınağın bir siyasi parti binası olduğunu kanırtırsanız, size gerçekten bir siyasi parti gibi davranılmasını da yadırgamamanız gerekir. Oysa İslamistler, kendi kendilerinin bir siyaset olduğunu iddia edip, bununla toplumu yönetmeye soyundukları halde, muhataplarının kendilerini “din, inanç” kabul etmelerini ve dinin dokunulmazlıklarından yararlanmayı istemektedirler. Gerginliğin doruk noktası, hatta ipin koptuğu yer burasıdır.
Çünkü, siyaset iddiasının ortaya atıldığı andan itibaren, ki bu amaçla bir siyasi partinin kurulması, insanların buraya üye olmaları, seçime katılmaları, milletvekili seçilmeleri başka bir anlama gelmez, kendilerini yönetmeyi talep ettiğiniz insanlar size nasıl yöneteceğinizi, ne isteyip ne vereceğinizi, kurallarınızın ne olduğunu, planınızı, programınızı soracaktır. Gelmişinizi, geçmişinizi araştıracak, sizi sorgulayacaktır. İşte İslamistler en başta bu sorgulamaya tahammül edememektedir. “Tamam. Din dedik ya, daha ne sorguluyorsunuz” gibi bir kestirip atma havasındadırlar.
Ama daha kötüsü, örneğin RP, iktidarda denendiği zaman görülmüştür ki başörtüsü, namaz kılıp oruç tutma, içki içmeme, Taksim’e, Çankaya’ya cami, Ankara’nın amblemini değiştirme, Cuma namazı tatili, türban gibi son derece göstermelik konular dışında program ve uygulamaları öteki sağ partilerden hiç farklı değildir. Onca örgütlenme, onca kılcal çalışma, onca kapatılma açılma, onca Zincirbozan, Hamzakoy deneyiminden çıka çıka yine IMF ile anlaşma, yine özelleştirme, yine Batı kulüpçülüğü, yine Amerika’ya sırnaşma çıkmıştır. Adil düzen söyleminden, bir umutla RP’ye oy veren umutsuz yoksul kesimler yararına hiçbir şey çıkmamıştır. Bu kısırlık, ya da bu kısırlığın fark edilmesi ise yüksek oranlı hırçınlıklara yol açmıştır.
RP’liler bu hırçınlığı da, amaçlarının, Tanrı kurallarından oluştuğu için tartışılması, dolayısıyla demokrat olması asla mümkün olmayan bir dini, yönetim biçimi haline getirmek olmasına hiç bakmadan, kendileri asla demokrat olmadıkları halde demokrasi ve insan hakları ile örtmeye çalışmıştır. Herkesten, hatta soldan bile bu amaçla destek istemişler ve elhak almışlardır da.
Bir kere din demokrat değildir, ama RP hiç demokrat değildir. Bugün görünürde Ordu’ya, Cumhuriyet’e alabildiğine karşı görünen RP’nin, Türk-İslam sentezini resmi ideoloji haline getiren, din derslerini zorunlu kılan 12 Eylül’ün askerleri ile de, onların oluşturduğu siyasi ve hukuki düzenle de, hele kendilerine dokunmadığı sürece, hiçbir alıp veremedikleri yoktur. Partileri yine kapatıldığı halde İslamistler 12 Martın askerlerine de kızgın değildir. Çünkü aynı dönemde TİP de kapatılmış ama bununla yetinilmeyip yöneticileri de hapsedilmiş; oysa İslamistlerin partileri kapatılmış ama kendilerine dokunulmamıştır. Erbakan İsviçrelere gidip dinlenebilmiştir. 1972’de Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamı Meclis’te oylanırken, kabul oyu verenler arasında, AP’nin içindeki hatırı sayılır miktarda İslamistin varlığını hepimiz biliriz. 1974 affında solcu mahkumlara karşı izledikleri utanç verici tavrı herhalde onlar da unutmamıştır. Kendileri Anayasa mahkemesince kapandıkları zaman demokrasi adına olmadık yaygarayı koparan RP ve İslamistler, Kürdist ya da sosyalist partiler kapatılırken, onların milletvekilleri yaka paça Meclis’ten atılır, yargılanıp mahkum olurken, Fehmi Işıklar’ın milletvekilliği düşürülürken dönüp bakmamışlardır bile. Bırakınız Doğu Perinçek’i, Muzaffer İlhan Erdost’u, kendilerine hoşgörü ile bakan Eşber Yağmurdereli, Yaşar Kemal gibi insanlar yargılanır hapsedilirken de kös kös dinlemişlerdir. RP’liler ve genel olarak İslamistler Metin Göktepe ile ilgilenmez, Manisa’lı öğrencilerle ilgilenmez, Meclis’te pankart açtıkları gerekçesiyle 99 yıla mahkum olan gençlerle ilgilenmez. Üniversitelerde, son olarak Malatya’da kendilerine sonuna kadar destek olan solcu öğrenciler Kızılay meydanında üniversite harçlarını protesto edip coplanırken, yerlerde sürüklenirken aralarında bir tek türbanlı kız ya da İslamist erkek yoktur. Demokrasi anlayışları, türbana karşı çıkıldığında, başlarını örtmeyen kadınlara fahişe demekle tezahür eder. 12 Eylül Anayasasının antidemokratlığı, kapatma maddesi kendilerine yönelinceye kadar onları rahatsız etmez. Siyasi Partiler Yasası’nın, Seçim Yasası’nın, YÖK Yasası’nın, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası’nın, Sendikalar Yasası’nın, Toplu Sözleşme, Grev ve Lokavt Yasası’nın, Terörle Mücadele Yasası’nın, Basın Yasası’nın anti demokratlığı hiç rahatsız etmez. Nasıl rahatsız etsin! Yine İslamizme büyük destek sağlayan Kürdist gazeteler ardı ardına kapanır, devletin eli ta Londra’daki, Belçika’daki MED TV’ye kadar uzanırken, Zaman’ıyla, Akit’iyle, Sızıntı’sıyla, televizyonlarıyla, radyolarıyla İslamist basın gümbür gümbür yayınlarını sürdürmektedir.
Kısaca kendilerine zarar vermedikçe hiçbir antidemokratlık İslamistleri ilgilendirmez.
İslamizm, kendi içinde bile demokrat değildirler. RP’nin Erbakan’ı bir yandan herkese demokrasi nutukları çekerken, 1995’te partisinin seçilmiş Ankara il başkanını yaka paça makamından attırabilmiştir. Onların, laiklik dışında bu düzende anlaşamadıkları, sahip çıkmayacakları hiçbir unsur yoktur.
Laiklik ise, gösterilmeye çalışıldığının aksine, devletin dinsel akımlara şemsiye olması değil, dinin sivil kurumlara yönelik baskısının devlet aracılığıyla önlenmesi demektir. Laiklik ve Kemalizm, materyalist, dünyevi, akılcı özleri nedeniyle sosyalizme giden yolu aydınlattıkları için ne feodal dinsel gericiliğin ne de emperyalist gericiliğin hiç hoşuna gitmez.
Son olarak Türkiye solunun İslamizme karşı tavrına da değinmek gerek.
Bir kere sosyalist solun hesaplaşması Cumhuriyet rejimi ile değil, sermaye düzeni iledir, kapitalist düzenledir. Bir rejim olarak Cumhuriyet, nihayet “zarf”tır; sosyalist solsa “mazruf”la, yani zarfın içindeki ile ilgilenir. Çünkü Cumhuriyet zarfının içini İran’da İslam, Sovyetler Birliği’nde sosyalizm doldurmuştur. İslamizminse, sermaye düzeni ile, kapitalist düzenle bir alıp veremediği, bir karşıtlığı yoktur. Çünkü o da aynı düzenden yanadır; Türkiye açısından o düzenin feodal ayağı
dır; sosyalizme karşıdır. İslamizm’in bu anlamda yaratabileceği tek fark, basit bir benzetmeyle, toplum içinde açık açık içki içen TÜSİAD yerine, içki içmeyen ya da gizli gizli içen MÜSİAD’ı koymaktır.Sosyalist’in, komünizm aşamasına kadar, bir üst yapı kurumu olan devletle hesaplaşması eşyanın tabiatına aykırıdır. Çünkü proletarya diktatörlüğünün bir devlete olan ihtiyacı açıktır. İslamistlerin bile amacı nasıl devleti yok etmek değil, sadece laik devleti din devletine dönüştürmekse, Sosyalist’in amacı
da sermayeden yana olan devleti emekten yana olan devlete dönüştürmektir. Yoksa kupkuru, altı üstü, sağı solu bomboş bir devlet karşıtlığı, 19. yüzyıl anarşizmi dışında hiçbir ideoloji için temel olamaz.Sosyalist sol, zaten devletle değil, o devlete hakim olan sınıfsal düzenle hesaplaşmak durumundadır. Ama bir an için bizzat devlet denilen kurumla hesaplaştığı düşünülse bile, sosyalistin hesabı, hesaplaşması başkadır; İslamist’in hesabı başkadır. Sosyalistleri ezmek söz konusu olduğunda dün de bugün de dev
letin ve ona hakim olan düzenin içinde veya yanında yer almış ve alacak olan bir siyasetle sosyalistlerin bir ittifakı söz konusu olamaz. Çünkü İslamistlerin sözüm ona “devletle kapışması” bir aile içi kavgadan ibarettir. Çünkü, devlete hakim olan sermaye düzeniyle bir alıp veremedikleri olmayan ve en az sağ siyasi partiler kadar anti-sosyalist olan Ordu için, Cumhuriyet’e ve Atatürk’e dokunmadıkları sürece İslamistler de bekçiliğini yaptıkları düzenin bir unsurudur. 1980 öncesi sosyalist sol, Cumhuriyet’e ve Atatürk’e karşı çıktığı için yok edilmiş değildir. Tam tersine onlar, Cumhuriyet’e ve Atatürk’e gerekli saygıyı göstermişlerdir. Onlar sermaye düzenine karşı çıktıkları için yok edilmiştir. Hatta Atatürk bile, belli edilmemeye çalışılsa da dışlanmış, sosyalist olmasa bile “solcu” sayıldığı için itilip kakılmıştır. Hem de içinden çıktığı Ordu’nun darbeci generalleri tarafından bile...İslamistleri ise kimsenin yok etmeyi düşündüğü filan yoktur. Hele Amerika’nın, Türkiye’ye “ılımlı İslam’ı” ideoloji olarak dikte etmeye çalıştığı, Türkiye’yi ekonomisinden siyasetine, ordusuna kadar Amerika’nın yönettiği bir ortamda kimse onlara fazlaca dokunamaz.
Ama demokrasi mutlak değer sayılacaksa bile İslamistlerin demokrasi adına desteklenmesi mümkün değildir. Çünkü onlar çok kötü bir demokrasi sınavı vermişlerdir; demokrasiden sınıfta kalmak bir yana, alt sınıfları tekrara muhtaç durumdadırlar. Hatta asla demokrat olmayı düşünmedikleri için böyle bir ihtiyaçları bile yoktur. Kendileri için demokrasi’nin, Recep Tayyip E
rdoğan’ın büyük bir dürüstlükle itiraf ettiği üzere, amaçlarına, asıl gitmek istedikleri istasyona varıncaya kadar bindikleri, o istasyona gelince inecekleri bir tren olduğunu, tereddüde yer bırakmayacak biçimde sergilemişlerdir. Artık ne demokrasiden söz etmeye, ne de başkalarından demokratik destek istemeye yüzleri olmamalıdır. Merve Kavakçı’yı desteklemek üzere İran’da gösteri yapan ve bir ellerinde Kavakçı’nın fotoğrafı, öteki ellerinde İngilizce “İslam özgürlük demektir” yazılı pankart taşıyan kadınların tümünün, tek tip bir üniforma gibi sadece ellerini ve gözlerini açıkta bırakan kara çarşaflara bürünmüş olmaları, “merd-i kıpti şecaat arz ederken sirkatin söyler” ya da “bozacının şahidi şıracı” misalini de yedeğine alarak, İslamizm’in demokrasi anlayışının en güzel örneği olmuştur. Radikal gazetesinin birinci sayfasını büyük bir görkemle süsleyen bu fotoğraf, Merve Kavakçı’nın, o beğenmediği Cumhuriyet rejiminin sağladığı demokrasi içinde İran’lı kadınlardan çok daha özgür olduğunu göstermesi bakımından da çok anlamlıdır. Ama Kavakçı mı İran’lı kadınlar gibi olmayı özgürlük saymaktadır, yoksa İran’lı kadınlar mı Kavakçı gibi hiç değilse kara çarşaftan kurtulup, azıcık modern örtünmeyi özlediklerini kendi yönetimlerine anımsatmak istemişlerdir, bunu Kavakçı’ya ve o İran’lı kadınlara sormak gerekir.Ama asıl önemlisi, demokrasinin, hele bir sosyalist için, en yüce, en üstün, adeta kutsallaştırılmış, dinsel bir tabu haline getirilmiş bir mutlak, tartışmasız değer olup olmadığıdır. Yeni Dünya Düzeni adıyla dayatılan, emperyalizmin kendisinin de inanmadığı dogmalarla bilinci iğdiş edilmiş yeni solcuların keşfettiği bu yeni Tanrı’ya göre sosyalizm = demokrasi = “kürdi”li “hicaz”kâr (!) koroda teganni etmektir. Yani onlara göre sosyalizm sadece demokrasiden, d
emokrasi ise sadece “İslami” ve “Kürdi” haklardan ibarettir. Onların yeni Tanrı’larından biri de “değişim” olduğu için, kendileri hala “sosyalist”tir(!) ama artık “emek en yüce değer” değildir. Onun yerini bilgi ve teknoloji almış(!)tır. Sosyalizm’in asıl amacı emek sömürüsüne son vermek değil(!)dir. Çünkü artık emek, sömürü, emek-sermaye çatışması, sendika, grev, sınıf, ideoloji, modası geçmiş kavramlardır; hatta tarih bile tarih olmuş(!)tur artık. Sosyalistlik, solculuk adına “İslami” ve “Kürdi” hakların savunulması ile yetinmek dururken, özelleştirmeye karşı çıkmak, sendikal haklardan, emek-sermaye çatışmasından söz etmek artık ilkellik(!)tir.Onlar aslında, Godot’larını bile yitirmiş, hatta kendi elleriyle öldürmüş, yani bekleyecek Godot’ları bile kalmamış, düzenin kendilerine sunduğu cicili bicili, pahalı, lüks elma şekerlerini, “satın alınmak” değil, bekledikleri Godot sanan umutsuz düş yoksullarıdır. Bunun farkındadırlar da. Kendilerini “Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım” diye avutmaları; “Tank Sesleriyle
Uyanmak” adıyla korkularını, kabuslarını bastırmaya çalıştıkları itirafnameler yazmaları bundandır. Bu anlamda, kıstırıldığını, eli kolu bağlanıp, yargılanıp, aşağılanarak mahkum edileceğini anladığı anda şakağına dayadığı tabancanın tetiğini çekebilen Hitler bile onlardan çok daha onurludur.Oysa sosyalizmin ilk amacı demokrasi değildir. Hiç değilse önce “emek”, “emekçi”, “emekçi yandaşları” için demokrasidir; a, b, c etnik grupları ya da x, y, z dinsel inançları için demokrasi değil! Sosyalizmin ustalarının “din afyondur”, veya “Dünya işçileri birleşiniz” demelerinin başka bir anlamı olamaz. Demokrasiyi, ideolojiyi, sosyalizmi vb. biz keşfetmedik; sırf “değişim” adına bu kavramlara yeni tanımlar getirmeye kalkmak da bizim işimiz olamaz. Nitekim yeni tanımları da dünyanın kapitalist-emperyalistleri yapmıştır, ve çok tuhaf, çok acınacak biçimde, metamorfoza uğramış Türkiye sosyalistleri bu kapitalist-emperyalist tanımların her türlüsünü aynen benimseyip, bir misyoner sadakatiyle Türkiye’de sosyalizm adına tezgahlamakta hiç sakınca görmemişlerdir.
Emek-sermaye karşıtlığı çözümlenseydi, emeğin sömürüsü sona erseydi, hiç değilse makul, katlanılır düzeye indirgenseydi şeriat sorunumuz, Kürt sorunumuz olur muydu sorusu, can alıcı sorudur. Demokrasi ve insan hakları sorununu “vana” ya da “baraj kapağı” haline getirmek, yani demokrasi, düşünce özgürlüğü sorununu en öne koymak, atın önüne arabayı koşmaktır. Klasik benzetmeyle demokrasi-özgürlükler sorunu sivrisinekse, bataklık, emek sermaye çatışmasıdır. Bataklığı kurutmadan sivrisineği yok edemezsiniz. Özgürlük- demokrasi sorunu çözülmeden hiçbir sorun çözülmez demekse, sivrisinekleri yok etmeye çalışmakla yetinmek demektir.
Çünkü Türkiye’de emekçiler de vardır, sermaye sınıfı da vardır; emek de sömürülmektedir; yani sömürü de vardır. Sömürü, ırk, dil, din, cins ayrımı yapmamaktadır. Karşı konulacak olan, sömürü ise bunun Türk’ü, Kürt’ü, Müslüman’ı Hıristiyan’ı, Alevi’si Sünni’si, Diyarbakır’lısı, Edirne’lisi, kadını erkeği, yaşlısı genci olmaz, olamaz. Kapitalist sömürüye, sermaye sömürüsüne karşı durulacaksa, sadece emekçi olarak, emekçiler olarak karşı durulur. Türklük Kürtlük, Alevilik Sünnilik, Müslümanlık Hıristiyanlık, kadınlık erkeklik, Edirnelilik, Diyarbakırlılık burada hiçbir anlam, önem taşımaz. Türklerin, Müslümanların, Sünnilerin, erkeklerin egemen göründüğü Türkiye’de Türkler, Müslümanlar, Sünniler, erkekler, Edirneliler sömürülmüyor, ezilmiyor, baskı görmüyorlar mı?
Lice’de, Yüksekova’da, Şırnak’ta ilkokul, ortaokul, lise mezunu, işsiz, aşız, eşsiz delikanlı ne kadar umutsuzsa, Edirne’deki, İstanbul’daki, Ankara’daki, hatta üniversite mezunu, hatta hatta yabancı dil, yabancı diller bilen delikanlı da öyledir. İstanbul’daki, Edirne’deki delikanlı ya da genç kız da uygun bir PKK bulsa belki o da dağa çıkacaktır Çünkü pasta küçüktür; eşitlik ölçüleri içinde, yani sosyalistçe paylaşılmasına düzen izin vermemektedir. Herkesin mafya, hayali ihracatçı olmasına da bizzat mafya izin vermez; çünkü herkes mafya olmaya kalkarsa, pasta paylaşımında mafya olmanın bir anlamı kalmaz; bu da bir tür eşitliktir. Eşit paylaşıma da, herkesin mafyalığına da izin verilmeyince (yani herkesin “işini bilen memur”, dolayısıyla “sevilen zengin” olması ahlaken ve pratik olarak olanaksız olduğu için, çoğunluk zorunlu olarak “sevilmeyen yoksul” olduğu için) geriye kala kala bankalardan tüketici kredisi almak, PKK’ya “intisap etmek” veya İslamizme, giderek MHP’ye oy vermek kalmaktadır...