Psikanaliz
ve Din / Freud ve Jung
Erich Fromm
Freud,
psikanaliz ve din sorununu, parlak yapıtlarından biri olan ‘Die Zukunft
Einer Illusion’ da inceler. Mitosların ve dinsel ideallerin insan üzerinde
derin etkileri olduğunu ilk farkedenlerden biri olan Jung ise, aynı konuyu
Yale Universitesi’nde verdiği Terry Vakfı Konferanslarında işlemiştir. (
1937yılında verilen bu konferanslar ‘Die Psychologie und Religion’ adı
ile 1940 yılında kitap olarak yayınlanmıştır.)
Şimdi ben, bu iki psikanalizcinin tavırları konusunda kısa bir özet yapmak
istiyorum. Önce bu davranışımın üç nedenini açıklıyayım :
1-
Sorunun tartışılmasının
günümüzde hangi aşamada olduğunu ve benim çözümlerimin çıkış noktasını
göstermek,
2-
Freud ve Jung’un
bazı temel yaklaşımlarının açıklamalarını yapmak ve önümüzdeki bölümün
ana hatlarını ortaya koyabilmek,
3-
Çok yaygınlık
kazanmış olan bir yanlış inancı, Freud’un dine karşı, Jung’un
ise din yanlısı olduğu inancını düzeltmek.
Böylelikle,
bu denli geniş kapsamlı konulardaki aşırı basitleştirmelerin yanlışlığını
ve psikanaliz ile dinin çift anlamlıklarını incelemek imkanını da
bulabiliriz.
Freud’un ‘Die Zukunft einer Illusion’ da din konusunda ortaya koyduğu tavır
nedir ?
Freud’a göre din, insanın kendi dışındaki doğa güçlerine ve kendi içindeki
güçlere ( içgüdülere ) karşı çaresizliğinden kaynaklanmıştır. Ve
insanlığın gelişme sürecinin ilk dönemlerinin bir ürünüdür. Bu dönemlerde
akıllarını iç ve dış güçlere karşı kendilerini koruyacak
bir biçimde kullanmayı beceremeyen insanlar, bunları bazı karşı güçlerle
dengelemeye çalışmışlardır. Yani
akıl aracılığı ile kavranamayan güçlere egemen olmayı sağlayacak ya da
onları bastırmaya yarayacak bir takım duygusal yöntemler ve mekanizmalar
geliştirmişleridir. Freud bunun
kaynağının çocukluk dönemi izlenimleri olduğunu öne sürer.
Tehlikeli,
kontrol edilemeyen ve anlaşılması mümkün olmayan güçler karşısında
insan, anılarında bir geriye kaçış yapar ve çocukluktaki, babasınca
korunma duygusuna sığınır. Baba
çocuğun gözünde bilgeliğin düşüncenin ve gücün simgesidir. Sevgisini
ve korumasını sağlayabilmek için de, emir ve yasaklarına itaat gereklidir.
Bu biçimiyle din Freud’a göre bir çocukluk deneyinin yinelenmesidir. İnsan
kendini tehdir eden tehlikelere çocukluğunda yaptığı gibi aynı yöntemle
karşı koyar. Kendi güvensizliğini yenebilmek için, kendini şaşırtan ve
korkutan ama aynı zamanda da koruyan babasına teslim olur. Freud dini, çocuklardaki
takip edilme fobisine benzeyen nevrozlarla karşılaştırmaktadır. Ona göre
din, çocukluk nevrozlarına benzer nedenlerden doğan kollektif bir nevrozdur.
Freud’un
dinin psikolojik kökenlerini incelemesi, insanların bir Tanrı’nın varlığı
düşüncesine nasıl ulaştıklarını göstermek içindir.
Bu sonucun ortaya koyulması, yani bazı psikolojik köklere inilmesi ile
iş bitmez. Freud dinsel düşüncelerin bazı illüzyonlara dayandığını ve
böylelikle de bunların gerçek dışı olduklarını kanıtladığı iddiasındadır.
( Freud kendi araştırmalarının sonucunda görmüştür ki, bir fikrin
bir arzuya karşılık olması ve onu tatmine yaraması, bu fikrin yanlış olduğunu
kanıtlamaz. Psikiyatristlerin günümüzde hep aynı hataya düşmeleri,
Freud’un bu düşüncesini özellikle belirtmeme yol açtı. Birçok gerçek
ve bir o kadar da yanlış fikrin varolması doğaldır. Bu fikirlere insanlar,
onların doğru olmasını arzuladıkları için sarılmışlardır. Ama
unutmamak gerekir ki, birçok büyük
buluşa yol açan da, yine bir takım fikirlerdir. Kimi insanlar tüm güçleriyle
bunların doğruluğuna inanıp, bunu ortaya çıkartmaya çalışırken, bir sürü
yeni gerçeğe ulaşmışlardır. Böyle büyük bir ilginin varlığı olayı,
dıştan izleyene garip ve hastalıklı bile gelse, bu hiç bir zaman herhangi
bir yargının ve de yorumun yanlışlığının kanıtı olamaz.
Geçerliliğin
ölçütü, kişiyi o ilgiye iten ( motive eden ) nedenlerin psikolojik analizi
ile belirlenemez. Burada önemli olan, getirilen kanıtların mantıklı bir düşüncenin
temel kavramlarıyla çelişip çelişmediğidir. )
Freud daha
sonra dinin illüzyoncu ( hayale dayanan ) karakterini gösterme çabasını da
aşarak, dini bir tehlike olarak açıklamaya yönelir. Freud için din bir
tehlikedir, çünkü, tarih boyunca kendine bağladığı bir takım olumsuz
kurumlarıntoplum içinde yerleşmesini sağlamıştır.
Sonra insanlara bir hayale inanmayı öğretir. Daha da önemlisi,
eleştirici düşüncenin engellenmesine, böylelikle de zekanın köreltilmesine
yol açar. Bu eleştiriler aydınlanma çağının tüm düşünürlerince
de kiliseye karşı yöneltilmişti.
Ama Freud’un düşünce sistemi içinde bu eleştiri, onsekizinci yüzyıl
filozoflarınınkinden çok farklı bir biçim kazanmıştır.
Freud’un
analitik çalışmasında ortaya koymak istediği, eleştirici düşüncenin
yasaklanmasının beliri bir noktada diğer
alanlardaki eleştirel yeteneklerin
de zayıflamasına yol açtığıdır. Böylelikle bu yasaklamanın, aklın gücünü
engelleyeceğini de ileri sürer.
Freud’un
dine karşı yönelttiği üçüncü eleştiri, ahlakı çok şüpheli bir
temele oturtmasıdır. Eğer ahlaki kuralların geçerliliği , bunların Tanrı’nın
buyrukları oluşuna bağlıysa, ahlakın gelecekteki varlığı ya da yokluğu
Tanrı’ya olan inanca bağlı olarak değişecektir. Ve Freud dinin bir yıkım,
bir çöküntü, gerileme içinde olduğunu görüyordu. Eğer din ile ahlakın
birbirlerine olan bağlılığı koparılmazsa, gelecekte insanların tüm değer
yargıları tehlikeye düşecekti.
Freud’un
dinin tehlikeye düşüreceğinden korktuğu idealleri ve değer yargıları da
böylelikle gün ışığına çıkmış oluyordu. Akıl, insanlığın acılarının
azaltılması ve geleneksel ahlak. Freud’un eleştirilerine katılmayabiliriz.
Çünkü o, inandığı idealin ne olduğunu apaçık söylemiştir. İnsan
sevgisi, gerçek özgürlük. Önemli olan Freud’un bu temel inaçlarını
kavramak ve bunlara katılmaktır.
Özgürlük ve
akıl, freud’a göre, değişmeli olarak birbirleriyle bağımlıdırlar. İnsan
babasal bir Tanrı illüzyonundan vaz geçtiği anda, evrendeki yalnızlığının
ve anlamsızlığının bilincine varır. Babaevini terketmiş bir çocuk gibi,
mahzun ve şaşkın kalıverir öyle orta yerde. İşte bu hastalıklı ve basit
fikrin aşılması, insancıl evrimin en önemli amacıdır. İnsan kendini, acı
da olsa gerçeği tam olarak görebilecek ve kabul edecek biçimde geliştirmek
zorundadır. Kendi gücünden başka güvenecek hiçbir şeyi olmadığına inanırsa,
o güçlerini doğru ve yerinde kullanmayı öğrenecektir. Kendini tehdit eden
ve koruyan bir otoritenin bilinçaltı baskısından kurtarabilen özgür insan,
aklının gücünü kullanıp, dünyayı ve onun üzerindeki kendi yerini, görevini
kavrayabilir. Kendi başımıza düşünmeye cesaret edebilmenin tek yolu,
kendimizi yetişkin olarak almak ve belirli bir otoriteden korkan, ona bağlı
bir çocuk gibi davranmaktan vazgeçmektir. Bunun tersi de, aynı şekilde doğrudur.
Ancak kendi başımıza
düşünebilmesini becerdiğimiz zaman, o otoritenin egemenliğinden kendimizi
kurtarabiliriz. Freud’un çaresizlik
duygusunu, dinsel yaşantının karşıtı olarak belirtmesi çok anlamlıdır.
Çünkü bir çok teologlar ve bir ölçüye kadar Jung bağımlılık ve güçsüzlük
duygularını, dinsel olgunun özü olarak saymak eğilimindedirler. Freud ise,
dolaylı yoldan olmakla beraber, dinsel yaşantının temelini, bağımsızlık
duygusu ve insanın kendi gücünün bilincine varması olarak açıklamaktadır.
Daha sonra bu temel ayrımın din psikolojisinde ne denli önemli sorunlara yol
açtığını da göstermeye çalışacağım.
Şimdi
Jung’a dönecek olursak, onun hemen her noktada Freud’la çeliştiğini görürüz.
Jung, çıkış noktasının genel ilkelerini açıklamakla işe girişir.
Freud, William James Dewey ve Macmurray gibi mesleği filozofluk olmasa da,
olaya psikolojik ve felsefi açılardan yaklaşırken, Jung kitabının başında
şu açıklamayı yapar : ‘Kendimi yalnızca olguların gözlemi ile sınırlamak
ve her türlü metafizik ya da filozofik tutumdan kaçınmak istiyorum.
sonra da psikoloji ile dini, filozofik
düşünce biçimlerinden kaçınarak nasıl analiz edeceğini gösterir. Kendi
bakış açısını ‘olguculuk’ olarak niteler. Yani ilgilendiği konular,
olaylar, deneyler, ve yaşanmış anılar, kısaca olgulardır. Sözkonusu
edilen olgunun gerçekliği ise bir olaydır, bir yargı değil. Örneğini
psikolojik ilmi bakirelik bozulmadan doğum
yapma motifini ele aldığında, yalnızca bu olgunun varlığı ile ilgilenir.
Bu düşüncenin doğru ya da yanlış oluşu, onun araştırma alanına
girmez. bir düşünce var olduğu anda psikolojik açıdan doğrudur.
Eğer yalnızca bir bireyin düşüncesi olma özelliğindeyse psikolojik
varlığı özneldir. Bir düşüncenin nesnel olabilmesi için, büyük insan
gruplarınca ortak olarak kabul edilmesi gerekir.
Jung’un dini
nasıl analiz ettiğini açıklamadan önce, yeri gelmişken metodolojik varsayımlarını
iyice bir eleştirmekte yarar görüyorum. Jung’un gerçeği yorumlama tekniği
tutarsızdır. Gerçeğin bir yargı olmayıp, bir olay olduğunu ileri sürüyor.
Yani, bir fil varolduğu için gerçektir. Ama gerçeğin her zaman ve zorunlu
olarak bir yargıya dayanması gerektiğini unutuyor bu arada. Gerçek yalnızca
bizim duyu organlarımızla algılayıp belirli sözcüklerle adlandırdığımız
görüntü ve belirtilerin bir tanımlaması değildir. Jung bir düşüncenin
var olduğu anda, psikolojik olarak doğru olduğu sonucuna varıyor. Fakat, bir
düşüncenin varlığı, onun bir yanılma ya da bir gerçeğe karşılık oluşuna
bağlı değildir. Yine bir düşüncenin
varolması, onun hiçbir zaman salt bu varoluşu ile doğru olması sonucunu da
doğurmaz. Bir psikiyatrist bile, bir düşüncenin doğruluğu ile
ilgilenmeden, yani onu salt bir olgu olarak alıp çalışamaz. Başka bir deyişle,
hastanın yeniden yaşamaya çalıştığı olaya olan ilgisini bilmeden, o düşüncenin
kişisel bir aldanma veya paranoyik bir yaklaşım olduğuna karar verilemez.
Jung’un
varsayımları yalnızca psikiyatrik bakış açısından değil, temsilcisi
olduğu rölativizm yönünden de tutarsızdır. Freud’dan farklı olarak din
yanlısı gibi gözükse de, temelde Jung, Yahudilik, Hristiyanlık ve
Budhizm’in özüne tam ters düşmektedir. Çünkü bu dinler gerçeğe ulaşma
çabasını insanın en önemli erdemi ve görevi olarak görmektedirler. Jung,
aldığı tavrın getirdiği zorlukların farkındadır ama bunları çözmek için
seçtiği yöntem tutarlı değildir. Öznellik ve nesnellik kavramlarının ne
denli esnek ve değişken oldukları açıktır. Buna rağmen Jung, bu iki
varoluş biçimini birbirinden ayırmaya çalışır. Ona göre nesnel olan birşey,
öznel olan bir diğerinden daha doğru ve daha geçerlidir.
Nesnel ile öznel arasındaki ayırımın temeli, bir düşüncenin yalnızca
bir kişiye ait olması ya da bir toplulukça
paylaşılması olgularında yatar. Peki bizler 2. Dünya Savaşında
milyonlarca kişinin ortak olduğu, kitlesel bir çılgınlığa tanık olmadık
mı ? Milyonlarca insanın akıl dışı ihtiraslarının kölesi olarak aldatıcı
ve sapık düşüncelere kapıldıklarını, bunların peşinden koştuklarını
yaşamadık mı ? Onların bu yanlış düşünceleri bireylerin tek başlarına
yarattıkları saçmalıklardan daha mı tutarlıydılar ? Bunları nesnel
olarak açıklamanın ne anlamı, ne yararı var ?Kısaca büyük insan
kitlelerince paylaşılması, bir düşüncenin doğruluğunu kanıtlamaz.
Jung’un nesnel ve özneli birbirlerinden ayırmakta kullandığı yöntem, az
önce açıkladığım, rölativizm konusundaki yaklaşımın aynasıdır.
Buradaki rölativizm bir düşüncenin toplumca kabul edilmesini, onun geçerliliği
gerçekliği ve nesnelliği için bir ölçü olarak alan sosyolojik bir rölativizmdir.
Bu metodik
varsayımlarını ortaya koyduktan sonra Jung, din nedir, konusundaki temel görüşlerini
açıklamaya girişir. Dinsel yaşantının doğası nedir ? Bu konuda Jung, birçok
teologla aynı düşünceyi paylaşır. Kısaca şöyle özetleyebiliriz bu
yaklaşımı : Dinsel yaşantının ( dinin ) kaynağı insanların kendilerini,
kendilerinden üsütn olan bazı güçlere tevekkülle teslim etmeleridir.
Jung dinin, Rudolf Otto’nun ‘Numinosum’ diye tanımladığı ve insancıl
bir isteğe bağlı olmadan var olan dinamik bir varlığın
ya da etkinin dikkatli ve titice izlenmesi olduğunu ileri sürer. Bu
varlık, insanı denetler ve yönetir. İnsanlık bu gücün ( varlığın )
yaratıcısı değil yalnızca kuludur.
Dinin bu tanımlasından,
yani insanın bir dış güç tarafından
belirlenmesinden hareketle Jung, yeni açıklamalara girişir. Ona göre bilinçdışının
dinsel bir doğası vardır.
Bilinçdışı, insan ruhunun bireysel yaşantısının bir bölümü olarak açıklanamaz.
Bu daha çok bizden bağımsız bir gücün, varlığımız üzerindeki etkileri
ve yansımasıdır.
İnsanın rüyasında kendi bilinçdışından bazı sesler ve izlenimler algıladığını
ileri sürmesi hiçbir şeyi kanıtlamaz. Sokaktan gelen sesleri de, kendi iç
sesiymiş sanabilir insan. Yani bu
yanıltıcıdır ve güvenilemez.
Tek bir durumda, bu seslerin
gerekten kendi dışbilinçlerinden gelen sesler olarak kabul edilmesi mümkündür.
Bu da, bilinçli kişiliğin bir bütünlüğün bir parçası veya büyük bir
daire içinde küçük bir daire olması halinde geçerlilik kazanır.
Küçük bir banka memurunun
arkadaşına çalıştığı bankayı gösterip ‘işte benim bankam’ demesi
gibidir bu.
Dinin ve bilinçdışının
böyle tanımlanmasının doğal bir sonucu olarak Jung, bilinçdışının
bizim üzerimizdeki etkilerinin ‘temel dinsel olgular’ olarak belirlediğini
savunur. Yani dinsel dogmalar ve rüyalar dinsel olgulardır, çünkü bizim dışımızdaki
bir gücün bizi yönetişinin yansımasıdır. Jung’un mantığı gereği,
ruh hastalıklarını da dinsel olgular olarak açıkladığını ise eklemeye
gerek yoktur.
Freud ve
Jung’un dine yaklaşımlarını ve onun kaynağını açıklama çabalarını
kısaca inceledik. Acaba yaygın olan şu kanı ‘Freud dine karşı, Jung
dinden yanadır’ hala geçerli mi ? Yaptığımız inceleme ve karşılaştırma,
bu basitleştirici görüşün tamamen yanlış bir aşırılık taşıdığını
sanırım ortaya koymuştur.
Freud, insancıl
evrimin hedefinin şu amaçlara ulaşmak olduğuna inanır : Bilgi, ( akıl, gerçeklik,
mantık ) insan sevgisi, acıların azaltılması, özgürlük ve sorumluluk taşıyacak
güce erişmek. Bu idealler ise tüm büyük dinlerin aklaki temelini oluşturur.
Batı ve Doğu kültürleri, bu temeller üzerine kurulmuştur. Konfüçyus’ün,
Lao-Tse’nin Budha’nın, diğer peygamberlerin ve İsa’nınnöğretileri
hep bu idealleri savunur. Bu dinler
ve öğretiler arasında ( yer ve zamana, hitap edilen topluluğa göre değişen
) deyiş farklılıkarının olması doğaldır. Örneğin, Buddha ağırlığı
acıların azaltılıp yok edilmesine verirken, peygamberler adalet ve anlayışlı
olmaya önem vermişler, İsa ise insan sevgisini öne almıştır. Görünürdeki
farklılıklara rağmen tüm bu dinsel önderlerin, insanlığın gelişmesindeki
amaçlar ve biçimler konusunda tam bir uyuşum içinde olmaları ilginçtir.
Freud, dinin
bu ahlaki temellerini savunmakata ve bu amaçların gerçekleşmesini önleyici
oldukları sürece, dinin doğa üstü ve biçimci yanlarını eleştirmektedir.
Doğa üstü güçlere ve insanı aşan şeylere tapınmayı, insanlığın gelişimindeki
aşamalardan biri olarak gören Freud, bunların o çağlarda gerekli ve zorunlu
olduğunu, ama gereğinden fazla gündemde kaldıklarında insanlığın ruhsal
gelişimini engellemekten öteye gidemeyeceklerini savunmaktadır.
Bu nedenle, Freud’un dine karşı olduğu yolundaki inanç, yanıltıcıdır.
Böyle bir yargıya varmadan önce, onun dinin dinin hangi yanlarına karşı
olup eleştirdiğini, hangi yanlarına ise taraftar olduğunu araştırmak
gerekir.
Jung içinse
dinsel yaşantı, özel duygusal bir süreçtir ve insanın kendisini bilemediği
yüksek bir güce teslim etmesi olarak belirir.
Bu gücü ister Tanrı, ister bilinçdışı diye niteleyelim, sonuç değişmez.
Yukarıdaki tanımlama, Hristiyanlık içinde Luther ve Calvin’in öğretilerinin
temeli olan belirli bir dinsel yaşantı biçimini tam karakterize ederken, öte
yandan dinsel deneyin bir başka tipiyle çelişmektedir. Gerçeğe bu göreceli
yaklaşımı ile Jung’un din anlayışı, Buddhizm, Yahudilik ve İsa öğretileriyle
çatışmaktadır. Adı geçen dinlerde insanın görevi, gerçeği araştırmaktır
ve bu kaçınılamaz olan bir zorunluktur. Pilatus’un gerçek nedir, diye
sorması bile yukarıdakiler dışında kalan tüm büyük dinlerde, dinsiz bir
tavır sayılır. Yani bu açıdan bakınca, araştırmak ve ileri gitmek çabası,
günahla eş anlamlı olur. Freud’la Jung’un yaklaşımlarını özetleyecek
olursak, Freud dini ahlaki açıdan eleştirirken, asıl özünü savunmakta ve
bu değerleri koruma endişesi ile hareket etmektedir. Bu nedenle yaklaşımını
kuşkusuzca ‘dindar’ olarak niteleyebiliriz. Jung ise, dini kısıtlayıcı
bir biçimde psikolojik bir olguya indirgeyip, bu yolla açıklamaya çalışırken,
bir yandan da bilinçdışına dinsel bir anlam kazandırmak istemektedir.