Din
ve Seks / Gürbüz
D. Tüfekçi
Dostum Turan Dursun’un “Din
ve Seks” konusundaki bu araştırması beni çok etkilemiştir. Kitap yoğun
bir çalışma ve geniş bir bilgi birikiminin
ürünüdür. Müsvetdeleri okuduğumda, beraber
geçen günlerimizi anımsamışdım. Sanki karşılıklı
konuşuyormuşuz gibi gelmişti bana. Hâla aynı yakınlıkta olduğumu
duyumsuyorum kendimi. Atatürk’ün yaptığı devrimlerle gerçekleştirmek
istediği idealinin insanlığın mutluluğu olduğu konusunda birleşirdi düşüncelerimiz.
Araştırdığı konular kuşkularıydı. Elde ettiği sonuçları, önce
“Kulleteyn” ‘de,sonra diğer yapıtlarında insanlığın
hizmetine sunmuştu. Aydınlık yüzü,yumuşak ses tonuyla anlatırdı dinlerin
kökenini, Şer’iatın çarpıklığını. Ençok üzerinde durduğumuz
konulardan birisiydi bu.
Din bezirgânlarının insanları
kendi çıkarlarına nasıl alet ettiklerini açıklardı. Tarihin eski
kaynakalarından edindiği bilgileri sabır ve özveriyle dile getirirdi. Herşeyden önce bir “beşeri bilimler” uzmanı,bilgesiydi.
‘Orta Doğu Teknik Üniversitesinde: Atatürk İlkeleri Türk Devrimi
ve Tarihi’ dersi verdiğim günlerde, üzerinde en çok durduğumuz konu insan
haklarıydı. Yüksek lisans çalışmalarım süresince de çok değerli
bilgiler edinmişimdir kendisinden. Tez
konum kısaca: ...Türk Devrimi içinde Kadın Haklarıydı. Turan’la bu
‘kadın hakları’ sözüne çok takılırdık. ‘Yani erkeğin hakkı’ hiç
mi yok? diye sorgulardık...
Türk Devriminin beyin gücü
Laikliktir. Atatürk dünya uygarlık tarihleri içinde din konusunu, ayrı bir
özenle incelemiştir. İnsanların
yeryüzündeki serüveni üzerinde ayrıntılı olarak durmuştur. Vardığı
sonuçları laiklik ilkesine yansıtarak, Şeri’at karşıtı bilimsel bir düşünce
akımı yaratmıştır.
Kitabın bundan sonra okuyacağınız
kesimi, Turan Dursun’la bu konuşmalarımızın bir özeti niteliğindedir.
Din ve Seks, insana özgüdür
ve toplumsal ekin (kültür) kökenlidir. Akademik olarak insan-bilim
(antropoloji) ana bilim dalının sınırları içine girmektedir. Bu
nedenle önce insan, sonra ekinsel
etkileşimle toplumsal değişimler üzerinde tarihi kısa bilgiler sunacağız.
Yurdumuzda laik devrim beklentileriyle, sevgili dostum Turan Dursun’un düşünsel paralelliğini göstermeye çalışacağız.
İnsan dediğimiz varlık, çevremizi
sarmalayan tüm dünya ve evreni anlamlandırarak, adlandıran tek canlıdır.
Etrafımızı çevreleyen biyolojik, fiziksel ve kültürel yapılanmaların tümünü, yaşama geçiren insandır.
İnsanın olmaması halinde ne ağaç, ne orman, ne dere, ne deniz ne
hava ne su; kısaca ne yaratan ne de yaratılan vardır.
“Hayvanlar aleminin bir üyesi
olan insan, primat takımının (order), alt takımı (sub order) olan, Simian
(anthorophedia) grubuna mensup, homonidis ailesinden, homogenusu kökenlidir.
Bugün yer küresi üzerinde yaşayan
insanların tümü ise homo sapiens olup, dişisi ve erkeği ile akıllı insan
olarak adlandırılırlar.”[1]
Yeryüzünde görüldüklerinden
bu yana insanlar toplu olarak yaşarlar. Bilim bu sonuca insanlarla aynı grubu
paylaşan hayvanların yaşam biçimleri üzerinde yapıları araştırma sonuçlarına
dayanarak varmıştır. Örneğin: Ape’ler,küçük aile grupları
olarak yaşamlarını sürdürürler. Buradan hareketle denilir ki: insanlar
yeryüzünde görüldüklerinden bu yana sürekli bir grup içinde yaşamışlardır.
Bunun nedenini biyologlar şöyle açıklıyor:”Evrende yaşamlarını ve
topluluklarını sürdürmeye yarayacak hiçbir içgüdüsü olmayan tek varlık
insandır”. Bu içgüdü yokluğuna karşın insanların çok güçlü bir öğrenme
yetisi vardır. Öğrenme homo sapiensin dişisi ve erkeği için aynıdır.
Toplu yaşam, öyle gelişi-güzel, bireysel bir toplaşma değildir. Topluluk,
bireyler arası ilişkilerin sürüp gitmesine aracı olarak kişinin dış dünyayla
uyumunu sağlar. Bu uyumda etkili olan, o topluluğun kültürel yapılaşmasıdır.
Akıllı insan bir kültür ürünüdür.
Bireyi insanlaştıran kültürüdür. Kültür, başka kültürlerle karşılaşınca
etkilenerek, değişime uğrar. Kültür değişimi evrensel, kaçınılması
olanaksız bir olgudur. Bu tanımıyla değişim tümüyle toplum içindeki
insana özgüdür. Değişim canlıdır; gelişir, büyür, etkiler ve
etkilenir. Hareketlidir; göç eder, gezer, dolaşır, atlar, zıplar, koşar,
yorulur , uyur , dinlenir... Konuşmaz; ama buyurucudur. Kimseye belli etmeden
emreder ve yaptırır. Uslu/akıllı bilim düşkünü bir mantığı, yasaları,
kuralları ve yöntemi vardır. İnsan ve toplumla ilgili konuların
incelenmesinde, kültür değişimi konusu gözardı edilemez. İnsanoğlu, değişim
yasasının kural ve koşullarından kendisini kurtaramamıştır.
“İlk insanlar doğanın her
şeyinden, gök gürültüsünden, karanlıktan, taşan bir nehirden ve vahşi
hayvanlardan ve hatta birbirlerinden korkuyorlardı... İnsan doğanın bir
mahlukudur. Doğanın kendisi dahi mutlak özgür değildir;evrenin yasalarıyla
bağımlıdır. Bu nedenle insan ilk önce, yerel ortamda, doğanın yasalarına,
koşullarına, nedenlerine, etmenlerine bağlıdır.”[2]
Ölüme duydukları korku ise sıralamaya
girmeyecek boyutta güçlüydü. Önceleri hiçbir şekilde nedenini kavrayamadıklar
bir biçimde, yakınlarında bulunan bir insan hareketsiz kalıyor; sesi soluğu
kesiliyordu. Anlam veremiyorlardı; ama, korktukları kesindi. Bunu bilmek için
herhangi başka bir belgeye gerek yok. Günümüz insanı da aynı korku içindedir;
kısaca: insanlar ölmekten ölesiye korkarlar.
Çağımız bilimselleri yaptıkları
araştırmalarla, geçmiş çağlar uygarlıklarına da ışık
tutabilmektedirler. “Arkeoloji ve Antropoloji” dallarının araştırma
verileri ile eski ve yeni uygarlık tarihleri bu konuda önde gelmektedir.[3]
Bohannon’a göre “insan tanımlanırken dört temel nitelikte değerlendirilir. Biyolojik ve fiziksel açıdan memeli bir hayvandır”.Toplu olarak yaşama biçimiyle “sosyal bir hayvandır”. Algılama yönünden “psikolojiktir”. Son olarak yaptığı ve yarattığı her türden ekiniyle “kültürel bir varlıktır”. Bu akıllı varlığın çeşitli yollarla aşamalar geçirerek kendisini tanıması ve tüm yeteneklerinin bilincine varmasının bir öyküsü vardır. Bu öyküyü “antropoloji” (insanbilim) açıklayarak anlatır.[4]
[1] SARAN,Nephan Prof.Dr. Sosyal Antropolog gözüyle Toplumumuzda Kadın...,Sosyal Antropooji Blm.Derg.Say. 3.İst Ü.Ed.Fa. Mat. İST.1979, s.4. Ayrıca.Bkz.Tüfekçi Gürbüz, Türkiye’de kadın hakları ve laiklik,De La revolution Française A la Turqui dAtatürk,Varia Turcica xvı ‘dan ayrı basım,s.250
[2]AFETİNAN,Prof.Dr. Medeni Bilgiler ve M.kemal Atatürk’ün El Yazıları,TTK. Yay.,Ank. 1969.s.50.
[3] AFETİNAN, Prof.Dr. Atataürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler.s.242
[4] ÖZERTUĞ Banu Sosyal Antropoloji ile Fiziki Antropoloji Arasındaki İlişkiler adlı makaleden alıntı. Sosyal Antropoloji Blm.Der. Sayı.3,İst.1979,s.19 v.d.
Kadın ve Uygarlık
Yeryüzündeki canlılar arasında
insan türünün dişisine kadın
adı verilmiştir. Toplum içindeki yeri -statüsü
ve rolü- yönünden pek çok araştırmacıya esin kaynağı olmuştur kadın.
Kuşkusuz kadına yakıştırılan her türden betimlemenin en önde geleni Ana
ve Sevgili oluşudur. Tarihin hangi aşaması olursa olsun değişmeyen
bir olgudur bu durum. Analık: statiktir, biyolojik yapısının doğal
sonucudur; ama, sevgili oluş - biraz tartışmalı da olsa – kadının ilk özelliğiyle
atbaşı beraber yürür. Kadın bu özellikleriyle, toplum içinde bir rol üstlenmiş
olmaktadır. Her iki konumda da farklı bir seks sözkonusudur. Analık rolünde
yasal bir cinsel temas zorunlu. Sevgililik, yasaya bağlanmadan,
platonik de olabiliyor.
Kadının statik rolünde, son
derece güçlü bir duygu: Analık
yer alır. Tüm öbür insancıl duygulardan daha yoğun olan bu duygu,
anayı önce yavrusunun yaşamını kolaylaştırıcı yenilikler bulmaya yönlendirmiştir.
Böylece ana-kadın içinde yaşadığı topluluğa da yararlar sağlamıştır.
Toplu yaşamın ilk çağlarında
kadın ve erkek ayrı gruplar oluşturuyordu. Kadınlar erkekleri kendi gruplarının
dışında tutmaya çaba gösteriyorlardı. Genel olarak bu eylemlerinde başarılı
da oluyorlardı. Ayrı gruplaşmanın nedeni, kadınların analık duygusundan
kaynaklanıyordu. Çocuklarını doğanın olası tehlikeleriyle, yörede et
yiyen vahşi hayvanların saldırısından korumaktı asıl amaç. Öteyandan,
erkekler et oburdu. Kadınlardan daha kolaylıkla avladıkları vahşi hayvan
etlerini yiyorlardı. Kadınlar yerden çıkardıkları kökler ve bitkiler ile ağaçlardan topladıkları yaprak ve
meyveleri yeğliyordu. Çocuklar karınlarını doyurabilecek çağa gelinceye
değin , kadın grubu içinde kalırdı. Ergenlik çağını izleyen dönemde,
erkek çocuklar erkekler arasına katılır, kız çocuklar ise kadınlar arsında
kalırdı.
Burada şunu hemen belirtmek
isteriz; insan bilimcilerin değişik topluluk ve
toplumlarda yaptığı araştırmalar göstermiştir ki:kadınlar, doğuştan
erkeklere nazaran, daha yumuşak başlı,daha barış sever, daha sevecen, ev işlerine
daha yatkın değillerdir. Bu özellikler kadının yetiştiği toplumsal yapının
düşünsel ve ekinsel kökeni, kısaca kültür dokusuyla sıkı sıkıya bağlıdır.
Saptamalara göre, basit tarım topluluklarında kadınlar, büyük oranda,
tarlada belirli işleri yapıyorlarsa, bunun temel nedeni, çok uzun süre bakıma
muhtaç olan çocuktan, ya da çocuklardan uzak kalmayacak işleri yeğlemelerinden
kaynaklanır. Kadın, çocuklarına bakmak, onların sağlıklı büyümesini sağlama
çabasındadır. Çocuğunu beslerken bir gıda uzmanıdır; sayrılığına
çözüm bulabilmek için yararlandığı otları kariştırırken: bir
farmakologtur. Hangi otun hangi ağrıya iyi geleceğine karar verirken bir tıp
doktorudur Çocuğunu beslerken bir gıda uzmanıdır; sayrılığına çözüm
bulabilmek için yararlandığı otları karıştırırken: bir farmakologtur.
Hangi otun hangi. Çok güçlü olan öğrenme yeteneği ile yüzyıllardan bu
yana uygulana gelen yaşamı sürdürmenin doğal kurallarından da
yararlanmaktadır. Yaşlı kadınlardan öğrendiği, deneyimlerden oluşan
bilgi birikimlerini türdeşinin geleceğini güvence altına almak için
kullanmaktadır.
Bir sonraki günün hava
durumunu,gelecek mevsimin nasıl geçeceğini, ürünün bol olup olmayacağını
bilebilmektedir. Toplu yaşamaktan ve bireysel ilişkiİerden kaynaklanan sorunların çözümleyicisi de kadınlardı. Bu bilge kadınlara
kitaplı kutsallıklar çıktıktan sonra büyücü
dediler. Böylece toplum içinde,bilge kadınlara öykünen
yeni bir meslek dalı türetılmış oldu.
Ruhban sınıfı ve engizisyon mahkemeleri, “iyiyi ve kötüyü bilen” birçok
bilge kadını büyücü suçlamasıyla yakacaktır.
Büyücülerin hizmetleri karşılğı
belli bir ücretleri vardı. Varsayılan kutsal güçlerle
insanlar arasında aracılık ederken, tabu saydıkları güce getirilen
armağanları, bu yeni işkolu yerine ulaştırıyordu. Sıradan bir insan
neyin, nereye nasıl verileceğini nereden bilsindi? Doğal olarak büyücüler
bu işi üstlenmekle büyük bir hizmet görmüş oluyorlardı. Kendileri için
hiçbir istekleri yoktu doğrusu (!) Tabuya verilen armağanların kıyısından
köşesinden sarkanlar yeterdi ona ve yandaşlarına. Herhalde her dileğin bir
karşılığı o çağlarda da var
olmalıydı. Günümüz falcı, medyum vb. emekçiler bedava mı çalışıyorlar
ki o dönemde de yapılan hizmetlerin bir fiyatı vardı herhalde.
Toplumsal sorunlar da bilge
kadınların denetimindeydi. Örneğin: avlanma zamanı, kök toplama
mevsimi, ertesi gün havanın nasıl olacağı konuları hep onlardan sorulurdu.
Bilge kadınlar kendi cinslerinin yaşlılarından edindikleri bilgileri
topluluklarına aktarıyorlardı. Ölmüşlerin ruhlarıyla iletişim
kurabildiklerini söylüyorlardı. Zaman içinde kadınlar doğum işlerinde de yardımcı olmaya başladılar. Doğa
olaylarıyla ilgili tahminlerinin tutması
nedeniyle, artık tapınma derecesinde bağımlılık kazandılar. En
eski çağlarda kadınların ateşi keşfetmeleri yeni kutsallıkların yaratılmasına
neden olacaktır.
Bilge kadınların en önemli
buluşları hayvanların evcilleştirilmesiydi. Neolotik çağ bu koşullar altında
başladı diyebiliriz. Yine bu çağda kadın tarımı kolaylaştıracak bir araç
da buldu:Çapa. Çapanın bulunuşunu Gordon Childe bir devrim olarak değerlendiriyor.
Child’a göre:
“Yeryüzünde Endüstri ve
Fransız Büyük İhtilalinden önceki en büyük devrim Çapanın bulunuşudur”.[1]
Orta neolotik çağda (MÖ.
6000-3000) ikinci bir devrim daha gerçekleşti. Kadınlar evcilleştirdikleri
hayvanları tarımda kullanmaya başladılar. Hemen hemen aynı dönemde sabanı
buldular. Bu keşiflere koşut olarak,doğa güçlarini de insan aklının buyruğu
altına aldılar. “Su gücü,rüzgâr gücü” bunlar arasındadır.[2]
Yeni bulgular insanların statü, rol ve hakları ile görevleri üzerinde de
etkili oldu. Child’a göre:
“Tarımın ağır bölümünün sorımluluğunu erkekler üstlendi...Ufak bahçeler
tarla oldu. Küçük yerleşim alanları,yerlerini kasabalara bırakmaya başladı.
Mal mülk sahiplerinin hem ürünleri,hem de mal varlıkları arttı. Bir tür
servet doğdu. Zanaatkârlık,işçilik başladı ve yeni kazançları
savunmak,malları korumak amacıyla güvenlik güçleri devreye girdi.”[3]
İnsanların ölüme duydukları korku,birkaç boyutluydu. Beraber yaşadıkları
baba-dedelerinden biri ölünce,her zaman akıl danıştıkları bir büyüğü
yitirmiş oluyorlardı. Ölenin ne olduğunu, nereye gittiğini bilmiyorlardı.
Bu durum korkularını daha da artırıyordu. Ölüm ekonomik, psikolojik,
sosyal bir olgu olarak en korkutucu
olaydı.
Zaman içinde güneş, fırtına; yerine göre ağaç, toprak, ay, ya da yildız;
kısaca ulaşamadıkları, anlamlandıramadıkları olaylarla, insanlara, zarar
veren ne varsa toplumlarca kutsallaştırıldı. Örneğin: yürürken ayaklarını
çarptıkları taşın verdiği acı nedeniyle, bir daha o taşın yanından geçmediler.
Yol üzerinden kaldırıp kenara koymayı düşünemediler.
İlkçağ kabilelerindeki yaşam
biçimleriyle ilgili bilgilere Batı dünyası, keşiflerle ulaştı.
Kadının toplumdaki yeriyle ilgili en özgün bilgilerden bir kesimini, papaz
Joseph Lafitau’nun Society of Jesus
(1727) (İsa Topluluğu) adıyla yayınlanan
mektuplarında buluyoruz. Peder Lafitau,mektuplarında “İroquaların” yaşam
düzeninden söz ederek şu bilgilere yer veriyor:
“...kabilede kadının üstün konumundan başka gerçek
yok...Ulusu ayakta
[1] İLBARS, Zafer,Prof.Dr. Kadın Tarihi, DTCF. Yüksek Lisans ders notu,1988,s.,23
[2] SARAN,Nephan Prof.Dr.,Sosyal Antropolojiye Giriş, 1974,ss.,77-80.
[3] İLBARS,a.g.ders notu.,s.,27.
[4] TÜFEKÇİ,aynı yapıt. Brown’dan alıntı, s. 252
Kadınların biyolojik yapıları
nedeniyle,gerekçesini o zamanlar tam bilemedikleri, bir yetenekleri daha vardı.
Kadınlar
doğuruyordu; yeni bir canlı dünyaya getiriyorlardı. Konunun o dönem
insanı için ne denli korkutucu olduğunu söylemeğe gerek yok sanırım. Kadının
doğurması, onu toplum içinde ayrı bir konuma ulaştırmıştı.
“Örneğin:dünyaya gelmek
veya gelmemek insanın elinde olmamıştır ve değildir. İnsan dünyaya
geldikten sonra da,daha ilk andan,doğadan
ve bir çok canlı varlıktan güçsüzdür. Korunmağa, beslenmeğe, bakılmağa,
büyütülmeğe muhtaçtır”[1]
Kadın doğurduğu çocuğa
bakabildiği gibi toplumsal sorunlarla da uğraşıyordu. Doğum olayını hiçbir
erkek başaramamıştı. Halâ da -şimdilik-,
başarabilmiş değiller. İleriki yıllarda ne olur bilinmez. Kuşkusuz, çok büyük
bir olaydı kadınların doğurması. O günün insanı bu işi yaratıcılık yönünden
ele alıyordu ve de öyle düşünmekte haklıydı. Toplumsal yaşamın her alanında
yeniliklere imzasını koymuş olan kadın, artık vazgeçilemez bir güç kaynağıdır.
Bireyin, uzun süren bakıma muhtaç çocukluk döneminin ardından, karşılaştığı
doğa güçlerine duyduğu korku nedeniyle, insan yeni bir koruyucuya gereksinim
duymuş olmalıdır. Uzun yıllar yeteneklerini görerek danışdıkları bilge
kadını kutsallaştırdılar. “İnsanlık bir kez yaratma düzeyine erişip”
yaşam koşullarını geliştirdikçe, çok yararlı ve sevgili bir varlık olan
kadını Tanrıça ilan ettiler. İnsanlar bu kutsallığı,yontulara
yansıttılar, ”...mağaralarına çizdikleri figürinlerle ölümsüzleştirdiler...Daha
ileri uygarlıklarda gördüğümüz ‘Ana Tanrıça’ ve Yakın-Doğu’daki
,Greco-Romen dünyasının ‘Magna Mater’ kültünün insanlık
tarihlerindeki ilk örnekleri, Üst Paleolotik’te mağaraları süsleyen kadın
figürleri ile başlamıştır”.[2]
[1] AFETİNAN,y.a.g.y.,s.,50.
[2] YALÇINKAYA, Işın Prof.Der. Paleolitik Devirlerde Kadın,1973,s.,203.,Daha geniş bilgi için. Bkz.TÜFEKÇİ,Gürbüz D,Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşunda Kadın Hakları...Ank.Üni. Sos.Bilim. Ens.Yyınlanmamış Yüksek lisans Tezi. Ank.1990
Kadının toplumdaki özgün
durumu, erkeklere de yansıdı. Doğrusu
onlar da bir üst konuma gelmeliydi. Toplumun yönetiminde sorumluluk üstlenecek,
yeni bir iş kolu oluşturuldu. Bunlara Şef
ya da Reis demiş olmalılar.
Taze iş kolu ayağının tozuyla,
toplumu daha sıkı çalışmaya zorladı. Daha çok ürün elde edilmesini
istiyorlardı. Artık Paleolotik dönemin barış sever yaşam biçimi değişiyordu.
Fazla ürün için sınırları genişletmek gerekiyordu. Komşuların
topraklarını almaktan başka çözüm yoktu. Kimse kimseye sahip olduğu
toprağı vermezdi. Savaşılmalıydı. Savaş
erkek işi olarak görüldü. Aklı evvel birtakım kişiler,yönetim ve
savaştaki başarıları kendi icatları olan tabuların (Kutların) gücüyle
birleştirme yolunu seçtiler. Savaşı kendileri istemiyordu, savaşmak
buyruğunu, varsayılan kutsal güçlerin verdiğini söyüyorlardı.
Halk reisin değil, büyücünün Tabuyla konuşabildiğine şartlanmıştı. Bu
yolla yeni arazi veya mülk sahibi
olmak, yöneticiler için öylesine avanta bir gelir kaynağı oluşturuyordu ki
, kendilerine yardımcı olan büyücünün rolü hiç değişmeden kaldı.
Sadece bu orunu (makamı) işgal
edenin adı sanı değişti. Böylece de yeni
meslek dalı olarak ruhban sınıfı, icadedildi. Kazanılan
savaşta elde edilen gelir ve
kaynaklarının en büyük bölümü yöneticilerin kasasına -kesesine- akıyordu.
Bu büyük kazançtan ruhban sınıfını
da yararlandırdılar. Böylece yöneticilerle
ruhbanlar arasında öyle bir iş-birliği
doğdu ki anlatmakla bitmez...
Emperyalizm Din Etkileşimi
Ben yaştaki gençlerin tarih
dersi bilgilerinin, ana kaynağından alıntılayacağım bir konuyu anlatmak
istiyorum.Örneğimiz Türk Tarihinin Ana Hatları
adlı yapıttan olacak.[1]
Kitapta, Mısır’ın Tarihi ile Mısırda
Tarih Devirleri başlıklı kesiminde
yer alan bilgilerin bir özetini
sunacağım.
“Bugün kesindir ki,ilk Mısır
ahalisi Milattan 5000 sene evveline doğru Asya’dan gelmiş beyaz ırktır; bu
ırk Nil vadisinde yerleşti. Kabileler halinde kümeler oluşturdu. Her bir kümenin
reisi,dinî ve kanunları vardı...Mısır’ın ilk ahalisini oluşturan aile
ve kabilelerin ayrı ayrı –bayrak makamında-
birlik işaretleri vardı. Bunlar,kurt,şahin gibi hayvanların
ve güneşin levhalar üzerine çizilmiş resimleri veya bir hayvan
derisi üzerine resmedilmiş (çizilmiş) çapraz oklar v.s. gibi şeylerdi. Bu
belirtiler kendilerine kendilerine kutsallık yüklenen birtakım semboller idi.
Eski Mısır ahalisi evvela bu
semboller etrafında kabileler halinde idi. Kabileler reis tarafından idare
olunurdu. Bu reislere Saru derlerdi. Daha sonraları bu kabileler birleştiler. İşgal
ettikleri araziye Nome (El)
dediler...Semboller zamanla allah makamına çıkarıldı (orununa yüceltildi).
Bu allahlar,diğer taraftan da Saruların
üstünde, yegâne reisler ve krallar olarak tanındılar: Allah-Kral...Sonra bütün krallıklar bir kralın etrafında birleştiler.
Artık Mısır sosyal heyeti,bir devlet haline geçmiş oldu. Mısır
tarihi,milattan 4-5 bin sene öncesinden
başlar” denilerek ”...Her Nomenin Nut
adı verilen bir merkezi” olduğundan
ve burada “ünvanı Nep” olan
Allahların oturduğu;ahalinin, “Allahın yasalarını uygulayan hükümetinin
,krallar yahut Nome valilerince” yönetildiği anlatılmakta; ”Her durumda
İradenin kaynağı ilahî idi”...Egemenliği kullanan organı Allahın vekili
olarak gösterilmektedir...”.[2]
Yapıtta, o çağda
Kalde ve Elam’ da uygarlığın
ilk yıllarında, yönetim biçimi
ve uygulanmasının Mısırla aynı olduğuna
işaret edilmektedir.
Yukarı ve Aşağı Mısır olarak ikiye ayrılan ülkede ahalinin birçok
Allahlara bağımlı olarak pek çok savaşın yapıldığı anlatılmakta; en büyük
Allahı temsil eden Güneş Horus için “...insanların birbirleriyle boğazlaşmaları...Devlet
teşkilatının,Mısır tarihinin başlangıcında olduğu gibi, dini karakterde
olması, insanlar arasında, daima düşmanlık hislerini ve yok yere kan dökülmesini
gerektirmiştir...bir çok Tanrı yönetiminin
mahiyeti böyleydi“ denilmektedir[3].
Bulunan belgeler “Heykellerde,ehramlarda,mabetlerde görülen zafer övgüleri,
özgeçmişler,kral buyruklarından oluşmaktadır...Objektif değildir; hepsi
mabetlerde bulunmuştur. Dinî eğilimlerin etkisi altındadır”[4].
Mısırı yönetenlere Firavun adı veriliyordu. “Firavun
gözle görünen bir allah sayılırdı. Bu allah aynı zamanda kâinata
(evrene) hükmeden büyük güneş Ra’
nın oğlu olarak tanınıyordu. Ahali bu Firavunlara taparlardı...Mısırda rahipler
çoktu ve saygın idiler. Rahipler kıralın
verdiği arazinin geliriyle geçinirlerdi...sonra,yine sayıları çok olan muharipler (savaşçılar) gelirdi. Firavun onlara da arazi verirdi.
Fakat kıralın canı savaşmak isteyince itaat etmeye mecburdular. Sami ve hamî
Mısırlılar savaşçı değildiler. Askerlikten kurtulmak için kaçarlardı...
Çok çalışıyorlardı; fakat esirler gibi, genellikle ancak karınlarını
doyurabiliyorlardı...köylüler Firavun, rahipler ve savaşçıların topraklarında
çalışırlardı. Tahsildara belli oranda tahıl vermek zorundaydılar. Aksi
taktirde,sopayla dayak yerlerdi veyahut başaşağı Nil’in suyuna atılırlardı. Halk angaryaya da tâbi
idi...yapım işlerinde çalıştırılırlardı... Dayak,düzenli bir yönetim
aracıydı. Esirlere hayvan gibi
muamele edilirdi”[5]...
11 TÜRK TATİHİ HEYETİ, Türk Tarihinin Ana Hatları, Devlet Matbaası,Ist. 1930, 2.3. Basımlar ise, Kaynak Yayınları tarafından yapılmıştır. Her yurtdaşa önerilecek bir yapıttır. Okuyunuz. G.D.T
[2] a.g. y. ,ss.,170,171.
[3] Aynı kaynak,s.,172.
[4] Aynı, s.,170
[5] aynı kaynak,ss,182,183.
Emperyalizm’in Ayak
Sesleri
Şimdi aynı kaynakta Mısırda
Din’i İnanışlar alt başlıklı bölümden bazı düşüncelere
ilginizi çekmek istiyorum.
“Mısırlılar yüzlerce Allahlara taparlardı:güneş’e,Ay’a,
hayvanlara ve Nil’e. Mısır ilahları içinde en çok tanınmışları,hayvan
ilahlar idi. Her şehrin kedi,timsah,kurbağa veya aslan,kurt,çakal,leylek,akrep
gibi bir hayvan ilahı vardı...Kendisine tapılan hayvanın cinsinden bütün
hayvanlar o bölgede kutsal idi. Bunları öldürenler idama mahkûm olurlardı”[1]
Vahşi hayvanların tümünü kutsallaştırmışlardı. Rahipler işin
rezilinin çıktığını fark
ederek Tanrı sayısını azaltmaya karar verdiler. Nasıl yapacaklardı bu işi
peki? Kolayını Firavunları Tanrılaştırmakta buldular.
“...papazlar, bellibaşlı allahları üçe indirmişlerdir: Baba (Osiris) Oğul
(Horus),Ana (İsis) . Teslis denilen inancın esası budur. Masum ve cahil insanları,yüzlerce
allaha taptırmak veya allahları belli gruplarda toplamak ve en nihayet bir
allah kabul ettirmek, siyasetin doğurduğu neticelerdir...Yerel Tanrı ile
Güneşi bir yaptılar. Ataum-Ra=
Ammon –Ra allahını icad ettiler ve papazlar herkese anlattılar,öğrettiler
ve tedris ettiler (eğittiler) ki, Ammon
–Ra,en büyük allahtır;diğer allahları,insanları ve her şeyi yaratan
odur”.[2]
Mısır Tanrısı artık güneşi
temsil eden Firavundu. Böylece güneşin aydılattığı alanların sahibi sayıldılar.
Yeni mesleklerini çok sevmiş olmalıydılar ki, Firavunlar bu yeni işlerini,yani
Tanrılığı, başkalarına kaptırmak istemediler. Kız kardeşleri ile
evlendiler. Böylece görev aile içinde kalacaktı. İlk sömürgecilik, Güneş + firavun=Tanrı denklemi
oluşturularak EMPERYALİZM yaratıldı.
[1] Aynı kaynak,s.183.
[2] Heyet, Türk Tarihinin Ana Hatları,Kaynak yay.:187, 2. basım,Ist.1996,s.184,185. (*) Atatürk kitabın müsvetdelerini okuyarak düzeltmeler yapmıştır. Tek Tanrının icadını,Emperyalizm’in başlangıcı olarak yazmıştır. Bu not basılan yapıtta yoktur. G.T
Büyü Din ve Bilim
İnsanların korkularından
kurtulmak amacıyla yarattıkları tabulara
tapınmaları sosyal antropolojinin üzerinde önemle durduğu bir konudur.
Bu olayı araştıran uzmanlardan birisi de James Frazer’dir.
[1] SARAN, Antropolıoji ve Kolları, Sosyal Antropoloji ve Etnoloji Böl.Der. s. 1,Ed.Fa.Mat. İst.1972,s.13,14
Tek Tanrıya Doğru
Tarım ürünlerinim stoklanarak
saklanmasından çok daha önceleri, kadınlar ateşi kullanmaya başlamışlardı.
Bu buluşları onlara yeni bir ün
daha kazandırmıştı diyebiliriz.
Kathleen Gough’ göre: “Ateşin bulunuşu”, alet ve dilin gelişmesi
sonunda aile hayatı başlamış olmalıydı. Ateş: ışığı, sıcaklığıyla
önce barınağın, sonra da evlerin kalbi oldu. Artık pişirme işlevi başalamıştı.
Sıcak yemek ev halkını birbirine bağlayan ögelerin başında geliyordu.
“Pişirme olayı cinsler arsında işbölümünü de
etkiledi”.[1]
Bu cümleden olarak kutsallıklar yeni adlarla anıldı. Örneğin: Orta
Asya’da Tanrıça yerine
“Od Ana”yı devreye soktular. Ateşli kutsallıktan erkekler
de yararlanmasını bildi; ilk kez kendilerine kadınınkine koşut yeni bir ad
ve san yakıştırdılar. “Od Ata” yı icad ederek , Tanrı katına
erkek cinsini soktular.[2]
İnsanlar arasındaki buluşlar,
yeni kültür ögeleri olarak, oradan oraya gerçerken değişerek gelişiyordu.
Ayrı inançları yansıtan Tabular, daha da geniş alnlarda etkili olabilecek
biçimde güçlendirilerek, genelleşiyordu.
Bu konuda en özgün örnek, kuşkusuz
Mısırda Firavunların Güneşin oğlu olarak Tanrılaştırılmasıdır.
Anadoluda
bir başka yöntem daha vardı. Uygarlıkların doğum yeri olarak
nitelendirebileceğimiz Çatalhöyük, Çayönü gibi merkezlerde, yönetici
hakanın yanında kadınlar da görev almaktaydı, Hatta yabancı toplumlarla
yapılan anlaşmalara, Kadın hatunlar da imza koymaktadırlar.
Mustafa Kemâl, Mısır’da
Firavunların kendilerini Güneş Tanrı yerine koyarak halkı sömürmelerine,daha
gençlik yıllarından itibaren karşı olmuştur. Tek Tanrı olarak Yehovanın
tarih sahnesine sokulmasını Museviliğin başlangıcı olarak, şöyle
anlatmaktadır:
“Musa Mısırlılar’ın kamçıları altında inleyen Yahudilerin,bu baskı
ve tutsaklıktan kurtulmaktan oluşan eğilimlerinin,Tanrı’nın sözleriyle
avutucusu oldu. İsa,çağının sonsuz düşkünlüklerini kavrayarak ve genel
ızdıraplar döneminde dünyada gerçekleşmeye başlamış olan, koruyucu
sevgi gerekliliğini, din biçimine çevirerek bu sıkıntıları yok etme
yolunu bildi”.[4]
Sanki, o günlerde bilinen uygarlık
dünyası kaynıyordu. Asya, Anadolu, Akdenizin doğusu, Mısır
heryerde değişik bir uygulama...
[1]
GOUGH,Kathleen,”The Origin of Family,Toward an Antropology of Woman. New- York 1975 Monthly Rewev Press. Ss.51-76.Ayrıca,y.a.g. tez.s.14
[2] OMAY Perihan,Türkiye’nin Kalkınmasında Kadının Rolü,Ajans Türk Mat. Ank.1964, s.7.
[3] DURSUN Turan, Doğu Bilimleri Uzmanı (dinbilimci), Dinler tarihi üzerine,Söyleşi,Arşivde,Banttan
Türk Devriminde Din Tarihi
Türkiye Cumhuriyetini kurarken,
Gazi’nin üzerinde önemle durduğu konu: toplumu oluşturan bireylerin özgürlük
bilincine sahip olmalarıydı. Çünkü “Özgürlük
olmayan bir ülkede bağımsız bir devlet” kurulamazdı. 1905 yılında Şam’dan
Selaniğe giderken arkadaşlarıyla yaptığı bir toplantıda söylediği bu sözler,
yeni Cumhuriyeti yaşatmak için gerekenleri bizlere anlatmaktadır.[1]
Birey toplum içinde, insan olarak “iyi ve kötüyü” ayırdetme özgürlüğüne
sahip olabilmelidir.
İnsanın özgürlük alanlarını kısıtlayan en önemli öge, ilk çağlardan
itibaren, doğa güçlerine duyulan korkuları kutsallaştırmalarıdır.
“İlkel insan kümelerinde ,ata korkusu ve nihayet ,büyük
kabile ve kavimlerde ata korkusu yerine geçen Allah korkusu,insanların kafalarında
sayısız yasaklar yaratmıştır.Yasaklar ve hurafeler üzerine kurulan birçok
âdetler ve gelenekler insanları düşünce ve harekette çok bağlamıştır.
O kadar ki, kişisel düşünce ve hareket özgürlüğü gibi bir hak kavramı
bilinememiştir”.[2]
Günümüz dinlerinin başladığı,Musa’dan hareketle, yaklaşık MÖ.1200
lerde Musevilik;sıfırıncı yılda
doğduğu varsayılan İsa’dan, Hrıstiyanlık; İ.S.VIIyy.da çıkan Muhammed’in
kurduğu İslâmiyetle erkek Tanrı sayısı,
her üç dinde ortak görüş olarak, teke indirildi.
İnanç, bu dinlere göre, kutsal kitaplarındaki
belirli kuralları, yeniden oluşturulan koşulları yerine
getirmeye bağlandı. Museviler bu koşullara (Tevrat kökenli olarak):
TORA; Hristiyanlar (İncil kökenli kiliseye bağlı olarak):SKOLASTİK;
Müslümanlar, (Kur’an kökenli olarak, Ayet; Peygamber kökenli,HADİS
ile SÜNNET toplamına)
ŞERİAT adını
verdiler. Kısacası: artık yöneticilerin kontrolü altında,sürekli değişebilen,
adı belli kurallar vardı; bu yeniliklere
koşut olarak,ruhban sınıfının da iş kolu ad ve sanları değişmekteydi.
Aynı olay, yönetici kadro için de geçerliydi. Egemen oldukları alan sınırları
genişledikçe yöneticiler de terfi ediyordu. Şefler, hakan, kıral
İmparatorluğa doğru yükseliyordu. Peygamber olamıyorlardı; ama,
kendilerini kutsal kitap Tanrısının yeryüzündeki temsilciliğine, hatta gölgesi
olmaya kadar yüceltmişlerdi. Artık başatlar, yönettikleri toplumu oluşturan
insanların efendisiydiler. Toplumlar, sözümona, Tanrı adına yapılan
kurallarla yönetiliyordu.
[1] ATATÜRK’ün SÖYLEV ve DEMEÇLER, 2. cilt.,(1906-1938), 2. Bsm. Ank.1959, s. 1
[2] Afetinan,y.a.g.y.,s.,50,51
Din ve Kültür Değişimi
Yaradılış söylencesi aynı
kalıp içinde İslama da yansıtıldı. Özetle: insanların korkuları “İyiyi
ve kötüyü bilme”nin yaptırımı olarak, cennetten kovulup,cehennemde
yanmaktır.[1]
Böylece, araştırma ve yenilik getirme özgürlüğü kulların, yani
insanların, elinden alınmış oluyordu. Bu kurala göre: düşünen, bulan,
bilen sadece Tanrı katındakilerdir. Aksine hareket eden insanlar ölümlüdür.
Ama sonu kesinlikle cehennem olan bir ölüm ...
Kitaplı dinlerin taraftar bularak yaygınlaşması, toplum yöneticilerinin güçlerinin
artmasına da neden oldu. İlk çağlardan bu yana işbirliği içinde oldukları
ruhban sınıfı ile dayanışmayı sürdürmekte sakınca görmediler.
“İnsan toplumları büyüdükçe ve devlet haline geldikçe,bireyler üzerindeki
yük o kadar çoğaldı. Devletin başında bulunan adamın hakkı, hudutsuz,
kayıtsız, şartsız mutlak bir kudret olarak kabul ediliyordu. Devletin şekli
imparatorluk ve yahut cumhuriyet olsun, bunun ehemmiyeti azdı; bireyin kişisel
bir hakkı yoktu. Eski zamanlarda insanların, yapabildikleri uygarlıkların en
yüksek dönemlerinde, vaziyet böyle idi... Toplumların başına geçebilen
adamlar, toplumu Allah adına yönetirlerdi.
Her türlü
Kadın haklarını araştıran
bilim insanları,aydınlanmayı izleyen yıllar hep dinsel söylencelerin etkisi
altında kalmışlardır. Latin kökenli bilim insanları arasında en ünlülerden
olan: Schoolcraft, Maine, Mc Lenan, Lubboc vb. araştırmacılar “bağımlısı
oldukları dinsel söylencelerin etkisinden kendilerini kurtaramamışlardır”[4]
“Tarihçiler,sosyologlar,prehistoryacılar
vb. düşünürler, kadın konusunu incelerken erkek merkeziyetçi bir bakış açısından
değerlendirmede bulunmuşlardır. Kendi modellerinde anahtar olarak, geçmişyılların
dinsel söylencelerini kullanmakta sakınca görmemişlerdir”.[5]
Neydi bu dinsel söylenceler? Bu
konuda, önce Turan Dursun’un da yakın dostu, bir bilim insanı sayın İlhan
Arsel’e; sonra bir tarih kitabına baş vuracağız.
Bakın nasıl değerlendiriliyor söylenceler. Arsele göre: “Yahudiliğin
getirdiği bir inançtır ki:’Erkekten gelme
kötülük,kadından gelen iyilikten çok daha hayırlıdır’ kanısına
dayatılmıştır....Bu inanışı Hrıstiyanlık üstlenmiş ve M.S. 7.
yy’dan itibaren İslamiyet en doruk noktasına ulaştırmıştır.”[6]
Yine ben yaştaki gençlerin
lisede Tarih ders kitaplarına soralım bu söylence olayını. Kitabın ön sözünde
konu açıkça anlatılır. İzleyelim:
“Bu
kitap ,belirli bir amaç gözetilerek yazılmıştır.Şimdiye kadar ülkemizde
yayınlanan tarih kitaplarının çoğunda ve onlara kaynak olan Fransızca
tarih kitaplarında Türklerin dünya tarihindeki rolleri bilinçli ya da bilinçsiz
olarak küçültülmüştür...Bu kitapta hedeflenen asıl amaç,bugün,bütün
dünyada doğal konumunu geri alan ve bu bilinçle yaşayan
ulusumuz için zararlı olan bu hataların düzeltilmesine çalışmaktır...İkinci
bir amacımız da,kâinatın oluşumuna,insanın ortaya çıkışına ve insan
hayatının tarihi tarihi devirlerden evvelki mazisine dair,yskın zamana kadar
ilgi gören yanlış değerlendirmelerin önüne geçmektir. Yahudilerin
mukaddes saydığı efsanelerden çıkan bu görüşler,kaynakların eleştirisi
ile ve son zamanların ilmi keşifleriyle artık tamamen kıymetini kaybetmiştir.
Eleştirel tarihe ve tabiî ilimlere dayanılarak kurulan varsayımlar elbette Sifrittekvin’in
haberlerinden daha ilmîdir. İşte bunun içindir ki,kitabımızda
insanın tarihine girmeden önce,kâinat,dünya ve insan hakkında zamanımızın
ilme dayanan teorileini aktardık ve açıkladık ve bunu yaparken batıl
fikirlerden sıyrılarak,tarihi gerçekliği kavratmaya çalıştık. Bu kitap
halkımız ve bilhassa gençliğimiz için yazıldı...Bu kitapla,doğru görmeye,iyi
düşünmeye alıştırmak istediğimiz insanlar Türklerdir. Türklerin yanlış
görüşlerden,hatalı düşğüncelerden bir an evvel kurtulması başlıca
emelimizdir.” [7]
Bilim
dünyasında bir ışık gibi parlayan Darwin teorisi, dünyada sıcak karşılanmış,
toplumlar arasında hızla yayılmaktadır. Türkiye de bu akımın getirdiği düşünce
yapılanmasını benimsemiştir. Laik devrimin düşünsel yapısında, “insan
doğanın ürünüdür”. Türk
Tarihi’nin Ana Hatları kitabı bu devrimci düşünce yönünde yazılmıştır.
Devrimin söylencelerle kaybedecek zamanı yoktur.
Böylece insan düşüncesini tutsak eden “iyiyi ve kötüyü bilme”
yasağı ve yaradılış söylencesi dışlanarak, özgür düşüncenin önü açılmıştır...
[1] MUKADDES KİTAP,aynı,s.3,TÜFEKÇİ, Yüksek Lisans Tezi,aynu,ss.23,24 vd
[2] AFETİNAN,Medeni Bilgiler ....yag.ss.. 50,51 vd.;ayrıca Bknz. TÜFEKÇİ, yag tez.s15 vd.
[3] Erkeğin ayvayı yemesi olayını tüm konferans,ders,tebliğlerimde de söylemişimdir.G.T
[4] ENGELS,Frıedrich,Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni. Çev: Kenan Sömer, 3. Bas.Ank.1974,ss10-30, TÜFEKÇİ,y.a. g. Yüks4ek lisans tezi,s. 22 vd.
[5] İLBARS,y.a.g.yüksek lis.ders notu, s.,2-3
[6] ARSEL,İlhan,Prof.Dr.,Şeriat ve Kadın, Orhanlar matb.İst. 1987, s.470.
[7]
TÜRK TARİHİNİN ANA HATLARI, y.a.g.s: 25,26. Satır altlarını biz çizdik.G.T.
Ölüm Korkusu, Sömürü, Savaş
Genel olarak kıral ve
imparatorlar, yönetimlerinde din görevlileri ile işbirliği içinde,olmuşlardır.
Bunun,en belirgin örneği Avrupanın başlattığı
Haçlı seferlerinde yaşanmıştır. O dönem insanları cennet –
cehennem korkusunun öylesine etkisi altındadır ki bu savaşta silahlı
kuvvetler için gereken gücü rahipler,
bu iki ögeyi kullanarak sağlamışlardır.
Güzel bir öyküsü de vardır
bu uygulamanın. Anımsayacaksınız, MÖ 900 lü yılların sonu. Artık üç sıfırlı
binli yıllar başlayacak. Kısaca: İsa’nın doğum günü, Dünyanın ilk
milenyumu (!) yaklaşıyordu.
Anadolu gibi verimli bir toprak
parçasını, müslümanlar işgal ediyordu. Roma klisesinin
burnunun önündeki kazanç kaynağı elden gidebilirdi. Çıkar söz
konusu olunca Papa, olaya el koydu. İslamı durdurmak için, derhal savaş açılmalıydı.
İlgili makamlara kararını duyurdu. Çıkardan söz bile etmemiş;
amacın, güneydeki kutsal topraklara
inmek olduğunu söylemişti. O yörenin islam elinde olması, Hrıstiyan
dünyası için büyük bir günahtı. Bağışlanmak için onlar cezalandırılmalıydı.
İşte bu onuru Tanrı, onlara lütfediyordu. Şu ölümlü dünyada yöneticiler
için büyük bir şanstı doğrusu bu savaş. Sevap kazanacaklardı... Papa,
ordunun donanımı ve parasal sorunların çözüm biçimini gizlemişti. Plan
uygularken açıklandı. Önce Hrıstiyan dünyasına bir haber açıklanacaktı.
Haberi yaymak için, ajan provokatörler saldı heryana. Öyle
bir haberdi ki, duyanın dudakları uçukluyor olmalıydı:
“ Ey ahali! duyduk duymadık demeyin. İsa’nın
bininci doğum gününde
kıyamet kopacaktır . “
Kıyametin kopacağı yalanını
halka duyurmak için kliselerde havralarda, sinagoklarda ruhban sınıfı iş başındaydı.
Papazlar, keşişler, zangoçlar, kardinaller ve diğerleri başta papa; İslâm’a
karşı savaşın zorunlu olduğunu vaazlarında anlatıyor olmalıydılar.
Medyada gündemi bu haberler oluşturuyordu. Bir yanda kıyamet kopacağı, öte
yanda savaş korkusu. Halk ne yapacağını şaşırmıştı. Ya savaşta öleceklerdi
ya kıyamet koptuğunda. Günahkarların yeri cehennemdi. Nerden bilsindi insan
günahını sevabını. Belki haftada bir kiliseye giderdi; ama,belli mi olurdu,
ya günahı varsa neolacaktı hali.
Savaş için asker ve para gerekiyordu. Kral ve derebeylerinde ne o vardı, ne
öteki. İkisini de sağlamayı Papalık makamı
üstlenmişti. Din adamları görevleri icabı Tanrı adına hertürlü yalanı
söyler ve söyletebilirlerdi.
Bir haber daha uyduruldu acele:
“Kiliselerde cennetin anahtarları satışa çıkarılmıştır”.
Parayı bastıran günahkâr da olsa cennetlikti. Parası
olanlar kuyruğa girmiş olmalılar. Fakir
- fukara için, islama öykünen bir yönteem bulundu: Din yolundaki savaşta
ölürsen, yerin cennettir dediler. Kendisini
günahkâr sayan fakirlere cennetin anahtarı (fak-fuk-fon) olarak haçlı
seferlerine katılmaları önerildi. İslam’ın Avrupa sınırlarına kadar
gelebilmelerinin gizi, bu düşüncye dayanıyor olmalıydı. Hrıstiyanlık,
islam’daki bu inancayı, belki ilk kez
haçlı seferinde uyguluyordu. Kim bilir? Papa bilir, ruhban bilir ...
bir de uygarlık Tarihi bilirdi.
Takiyeci yöntem başarılı olmuş, savaş için gereken para da asker de
bulunmuştu. İnsancıklar ölmüş,ölmüş; öldürmüş,
öldürmüş yine ölmüşlerdi.
Tarih bilimi, bunları avcunun içi
gibi biliyordu. Burada bilinmeyen bir konu vardır; ki,
bizim gibi sıradan vatandaşlar için çok büyük bir merak
konusudur...anahtarlı ya da anahtarsız şehitler cennete gitmişler midir?
Bu sorunun yanıtını kimse verememiştir...
Dinsel
Yönetimle Baskı
Yöneticiler kendi çıkarlarını
sağlamak ıçın, bireylerin Tanrı inançlarını kurallara bağlayarak
sömürmüşlerdir. Din kitaplarının nedeni korku kökenli inançları,
tek sisteme bağlayarak toplumda ortak bir bilinç oluşturmaktır.
İslam’ın yayılmasının ilk yıllarındaki başarının nedeni de budur,
“Muhammet, davet ettiği dinin kendisinden önce Musa, İsa ve sair
peygamberler tarafından çağrıda
bulunulmuş olan , ‘İbrahim ve Tevhid dini’ olduğunu söylemiştir”. Bu
nedenle “Muhammedin, Medine’de yaptığı ilk camiin kıblesi Kudüs idi.
Sonraları mekkeye döndürüldü”[1].
Başlangıç yıllarında İslâm Peygamberinin güncel sorunlara çözüm
getirici tebliğleri çok etkili olmuştur.
Yaşanan olaylar üzerinde hergün, yeni düşüncelerin ortaya konulması,
toplumu çok etkilemiştir. Bir güce inanma gereksinimi içinde olan insan, güncel
sorunlarına çözüm getiren önerilerden işine gelenleri değerlendirmiştir.
“Muhammed’ den sonra , İslâm kamu oyunda görülen durgunluk ve
gerilemenin nedeni, O’nun ardıllarının Muhammed’in mesleğinin ruhunu değil,
yazılı kısmını almalarında aranmalıdır”.[2]
İslâm’da inançlar, zaman içinde
Şeriat adı altında kalıplaştırılmıştır. Yöneticiler kendilerini Tanrının
temsilcisi sayarak yeni şeriat kuralları icad ettirmişlerdir. Böylece yöneticinin
çıkarı, Tanrıya olan inancın önüne geçmiştir.
[1] TÜFEKÇİ Gürbüz D., Atatürk’ün Düşünce Yapısı, Turhan kitabevi,yay. 3. Basım.Ank.1987.s.158;Lise Tarih kitabı,2.cilt,s. 91 vd. alıntı.
[2] Aynı yapıt,s 118,.TÜFEKÇİ,ss159
Yine ben yaştaki gençler bu
konuyu yakından bilmektedirler. Türkiye’
de Cumhuriyetin ilanını izleyen yıllarda, Laik devrimin kültür dokusunda
kutsal kitap Kur’an, şöyle tanımlanmaktadır.
“Kur’an’ın içindekiler
üç bölümde incelenebilir:
Tanrı’nın bir olduğuna ve
ondan başka Tanrı bulunmadığına ve Muhammed’in O’nun resulü olduğuna
inanmak,
Hukuksal kurallar ve ibadetler,
Tarihe ait bilgiler. Hukuk
kuralları, zaman ve mekâna toplumların uğradıkları
değişimlere göre düzenlendiğinden, 14. yy,ile önceki günlerdeki
ortamın gereksinimlerine göre gereli ve yeterli görülmüş olan esaslar
yerine, bugün, birçok değişik
yasalar ve yöntemler konulmak zorunluğu ortaya çıkmıştır. Bunlar dahi ölümsüz
olmayıp, zamanla değişmeye mahkûmdurlar.
“Tarihe ait bilgilere gelince; yeni bilimsel yöntemler yardımıyla
ortaya
çıkartılan gerçekler en yakın tarih bilgilerini bile sarsmaktadır.
“İnançlara ait birinci bölümün esasları,sadeliği nedeniyle gerçekten
çok önemlidir. Bu esasların
her şahsın yeteneklerine göre
açıklanmasında güçlük
çekilmez.”[1]
Zaman içinde haris çıkarcı yöneticiler,
insanların bu tertemiz Tanrı inancını, akla gelmedik kurallarla çarpıtarak
bozmuşlardır. Kutsal kitap kökenli yaradılış inancasına bağımlı olarak
yönetim aksamasının nedeni kadınlara bağlanmaya çalışılmıştır.
“...tarih şunu kanıtlamaktadır ki her toplum,kadına verdiği değere
oranla gelişir ya da ilkelleşir. Eski
Yunan’dan ve Roma’dan bu yana durum hep bunun böyle olduğunu ortaya koymuştur.
Tarihçiler Roma uygarlığının belli açıdan Yunan uygarlığına üstünlüğünü,
Romalı kadının toplumda işgal ettiği üstünlüğe hamlederler. Örneğin:
Leckly, şöyle der: ‘her ne kadar Yunanlılar kadını barbarlar gibi köle
saymayıp erkeğin can yoldaşı ve arkadaşı durumunda saydıkları için
barbarlara nazaran üstün sayılmakla beraber, Romalılara nazaran daha aşağı
kertede bulunmaktaydılar; çünkü Romalıların kadına sağladıkları özgürlük
ve bağımsızlık sisteminden yoksun kalmışlardı.
Gerçektende Yunanlı kendi kadınını eve tıkarken ve yabancılarla
aynı masada oturmaktan kaçınırken, Romalı hemen her davete eşiyle beraber
gider, sofranın en şerefli yerine eşini oturturdu’ ”.[2]
Romanın, Tevrat kökenli Hrıstiyanlığı kabulünü izleyen yıllarda,
dinsel inancın yaygınlaşması sonunda, insanların “iyiyi ve kötüyü
bilmek” özgürlükleri ellerinden alındı. Sonuçta önce Roma imparatorluğu
[1] aynı Tarih,s91-92, TÜFEKÇİ,aynı,s213,214.
[2] ARSEL,İlhan, Prf. Dr.,Şeriat ve Kadın Ist. 1987, s.30; fazla bilgi için TÜFEKÇİ, adıgeçen tez., s 20.
Anadolu’da Dinsel Yönetim
İslamiyetin kabulünden önceki
dönemde, Türkler’de kadınlara saygı üst düzeydedir.
Bu ayet aynı zamanda halk arasında,
ulu-ul emre itaat olarak bilinen buyruğu da içermektedir.
“...peygambere ve sizden buyruk sahibi olanlara itâat ediniz”. ...kimdir
sizden buyruk sahibi olanlar? Aranızdan seçilenler ve atanarak bir göreve
getirilenler değil mi? Bu tanımlamada peygambere itâat konusu, unutulmadığı
gibi, aynı surenin 65. ayetiyle hadis ve sünnetlere boyun eğmek te
yasalaşır. işte:
“Nisa V- 65 Hayır; Rabbine and
olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip,
sonra,haklarında senin verdiğin hükümden dolayı içlerrinden bir sıkıntı
duymayıp tamamen kendilerini vermedikçe inanmış olmazlar”
Gerçek inanırları da tanımlar “Kur’ânı
Kerîm”:
“Maide VI- 48: Ey Muhammed! Kur’ânı, önce gelen Kitâb’ı tasdîken ve
ona şâhid olarak gerçekle sana indirdik.
Allah’ın indirdii ile aralarında hükmet; gerçekolan sana gelmiş
bulunduğuna göre onların heveslerine uyma! Her biriniz için bir yol ve bir yöntem
kıldık; eğer Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı,fakat bu,
verdikleriyle sizi denemesi içindir; o halde iyiliklere koşun, hepinizin dönüşü
Allah’adır. O, ayrılığaa düştüğünüz şeyleri size bildirir. 49. O
halde, Allah’ın indirdiği Kitâb ile aralarında hükmet, Allah’ın sana
indirdiği Kur’ânın bir kısmından seni vazgeçirmelerinden sakın,heveslerine
uyma; eğer yüz çevirirlerse bil ki,Allah bir kısım günahları yüzünden
onları cezâlandırmak istiyor. İnsan ların çoğu gerçekten fâsıktırlar.”
[1]
Nizam-ı mülk müslümanlığı
Şer’i’at kuralları olarak benimsetirken kendi eylemlerini güvence altına
almayı da ihmal etmemiştir. Türkân Hatun’un Melikşah yanındaki üstün
konumunu engellemek amacıyla, Gazali’den aldığı bir hadisi kullanmaktan çekinmemiştir:
“ İşlerinizde kadınlarla
istişare ediniz...Onlar ‘şöyle
yapmalıdır’ diye ne söylerlerse, onun aksini yapınız; ki, doğru çıksın
.”[2]
Vezir Nizam! Kadınlar konusundaki çabaları, Asyadan kalma alışkanlıkları
nedeniyle toplumda tam olarak yaygınlık
kazanamamıştır. Türklerin İslam öncesi kadına
verdikleri değer ve saygı
Selçuklularaın Anadoluda ki egemenliklerinin,
hemen hemen, son yıllarına değin sürmüştür.
Selçuklu döneminde yapılmış bir
takım kadın anıtları vardır. Örneğin: Kayseri’de Gevher Nesibe
Hastahanesi ile
Sultan Mah Peri Türbesi ; Divriğ’
deTuran Melik Hastanesi; Kütahya’da Gülsüm Yoncalı su kaynakları;
Amasya’da Yıldız Hatun Hastanesi Bu
anıtlar anadoluda kullanılmaktadır. Bu vezir’n adı devletin düzenleyicisi
anlamına gelir. Şer’at
öğretmek için açtırdığı Nizamiye Medreseleriyle bu sanı almıştır.
Amacı toplumu şeriat bağımlısı
müslüman yapmaktır. Medreselerde alınacak şeriat bilgisiyle yetişecek gençler
ileriki yıllarda devlet yönetiminde söaz sahibi olacaklardır. Kuşkusuz aldıkları
eğitim ve öğretime koşut bir yönetim uygulayacaklardır.
[1] KUR’ÂN-I KERİM ve TÜRKÇE ANLAMI (Meal) T.C Diyanet İşleri Başkanlığı, Ankara,1961, c.1 Nisa Suresi: s.114; Maide Suresi: s. 151.
[2] İZAM’Ü-MÜLK: Siyasetname, Hazırlayan: M.Altay Köymen, Ank.Hacettepe Ü. Mat..1982, s.239,240.
Yine Turan Dursun’ u Andım
Mustafa Kemâl’in TBMM’ in
koruyucusu olan Eğitim Birliği yasasını andım.
Siz de Türkiye Cumhuriyetini çökertmek için açılmış olan Kur’an
Kursları ile İmam Hatipleri anımsadınız
galiba, haklısınız. Turan Dursunla konuşma konularımızdan birisi de buydu.
Şeri’at uygulanmasından amaç, Türklerin hem kadına hem yutdaşlarına
hoş görülerini yok etmektir. Böylece ‘İyiyi ve kötüüyü bilme’
yasaklaması nın sonucu, toplumu ‘cennet cehennem korkusuyla’
bölmek ve devleti tıpkı Selçuklu, sonra Osmanlı gibi
çökertmektir.
Orta Çağ Avrupası
ve Osmanlı
Batı dünyasında da, keşifler
öncesinde, yönetim din baskılıdır:
“Onaltıncı asırda, ileri sürülen fikirler şöyle idi:
Hükümdar, emirleriyle, kanunlarıyle ilâhi hakkı olduğu gibi, tabii hakkı
da bozamaz. Tabii hak dahi, Allah
tarafından tesis olunmuş gibi kabuledilmek lâzımdır. Hareket noktası, bu
fikir kaldıkça, hükümdarın erk sınırlarının temelini, Tanrısallık düşüncesi
ve kutsal istenç oluşturdu. Çünkü doğal haklar da, aynı temele
bağlanmıştı”.[1]
Teokratik yönetim biçiminin böylesine yoğun biçim alması Osmanlıyı
da etkilemekte gecikmemiştir.Fatih’in Istanbulu alışından sonra yayınladığı
ikinci ‘Kanunnamede’ toplumsal yaşamın tüm alanlarında Şeri’at geçerli
yasa olarak ilan edilmiştir. Mal – mülk edinme,
parasal sorunlar, her türden anlaşmazlık, kadılar tarafından şeriata
uygun olarak verilecek kararlarla çözümlenecektir. [2]
Anadolu’da şeriat’ın bir tür
Anayasaya dönüştürülmesi, XV yy’ da Fatin Sultan Mehmet dönemindeki yönetici
kadro ile başlatılmıştır. Önceki yıllarda,
Nizam-ül mülk’ün açtırdığı Nizamiye medreselerinde Şer’i eğitim ve
öğretimle yetişmiş olan gençler artık
yönetimde etkindir. Bab-ı Alide görev alan kimseler için bu ferman,
son derecede yararlı olmuştur. Artık toplumsal yaşamda istenmeyen olayların
çözümü, kara kaplı defterlere yazdırılarak çözümlenebilecektir.
Padişah fermanlarının dinsel kaynaklarının fetvasını yaratma görevi, Şeyhül
İslamdadır. O günlerde Meşihat kapısı adı verilen, -bir tür yargıtay ya
da danıştay benzeri- resmi yerlerde görev yapanlar, bu medreselerde yetişmişlerdir.
Şer’iatın anyasal güç kazanması kadınlara da yansıyacaktır. Kadınlar,XV
yy.da artık hareme kapatılacak,eski Türk geleneğine göre toplumda saygın
bir yere sahip olan kadın,örtüler altına gizlenecektir. Osmanlı İmparatorluğunda
eğitim ve öğretim çağdışıdır. Bunun sonucu olarak, kısa süre sonra, Dünyadaki
bilimsel ve teknik gelişmelerin de gerisinde kalınacaktır. Bu durum
askeri başarısızlıklara da yansıyacaktır. Olumsuzlukların tümünün suçu
Şer’an kadınlara yüklenecektir. Meşihat kapısından alınan şer’i
fetvalara dayalı olarak çıkartılan Fermanlarla (yasalarla), kadınların özgürlükleri
kısıtlanacaktır.
Bir gülmece yazısına konu olacak kadar ilginç olan bu fermanlardan birkaç
örneği, çıkarıldığı tarihleri de belirterek bilgilerinize
kısaca sunmak istiyorum: Kadınların erkeklerle sandala binmeleri
(1610); kaymakçı dükkanlarına girmeleri (1613) yasaklanacaktır. Kadınlar
feracelerinde yenilik yapmayacaklar (1710); mesire yerlerine gidemeyecekler
(1787); ince ferace giyemeyecekler, diken terzi asılacak (1828); 3. Osman zamanında
kadınların sokağa çıkmaları
haftada 4 güne indirilecek, IV
Mustafa ise bu özgürlüğü çok görüp, sokağa hiç çıkamayacaklarını
ferman edecektir. 1881’ de bu
konuda Abdülhamid’ in bu konuda bir yasa çıkarttığı da bilinmektedeir.
19ı00 yılında kadınların,babaları veya oğulları ile dahi ‘sokakta
beraber dolaşamayacakları’ buyurulacaktır. [3]
[1] AFETİNAN,Prof. Dr., Medeni Bilgiler,yukarda, s. 51
[2] AYAS, Nevzad, Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitim , Kuruluşlar ve Tarihçeleri, Ank. 1948, s.48
[3] ARSEL, y.a.g.y. ss.,30 vd.,ayrıca bkz. TÜFEKÇİ,agtez.,s. 71
“İslam’ın doğumu olan
olan VII yy. ,Hrıstiyanlıkta birtakım bunalımlar yaşanmaktadır. Bunalımın
kaynağı,doğrudan kutsallığın kimde olduğu doğrultusundadır... İsa Tanrının
oğludur,yok değildir ; gölgesidir, temsilcisidir... vb tartışmalar X yy
kadar süre gelmiştir. Nihayet
kutsal kitap yazılmıştır.
... İslam’da Yahudilerin Talmutuna karşılık “Fıkıh” çıkar. İslam
fıkıhı; “şeriat ilmi, şer’i’atın usul ve hükümleri, ameli
(uygulamalı) ve şer’i meseleler bilgisini inceler”.
Aynı zamanda Yahudi Torasını tartışarak, Yahudi geleneğinde yer
alan savunmaları ortadan kaldırmaya çalışır. İslamda yapılan
“tefsirler”in amacı Yahudi Talmutu’nun savunmalarınıyıkmaya yöneliktir;
aynı zanmanda da İslam inancasını savunmak, güçlendirmektir. Sonuç olarak
bu savunmalar İslamdaki şeriat kurallarını doğurmuştur.[1]’’
Osmanlı’da Padişah, toplumda
‘şeri’atı yasalaştırarak toplumun özgür düşüncesini kısıtlamıştır.
Yukarıda açıkladığımız gibi, “İyiyi ve kötüyü” bilmek özgürlüğünden
yoksun olan osmanlı ümmetinde gelişme durmuş sonuında çökmüştür.
Konuyu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ten
dinleyelim:
“ Milleti uzun yüzyıllar aymazlık içinde bırakan çeşitli nedenler arasında
gerçek noktayı, bir sözcükle belirtmiş olmak için diyebilirim ki, Tüm
yoksulluklarımızın kesin nedeni zihniyet sorunudur. İnsanlar ve insanlardan
oluşan toplumlar herşeyden önce
tüm bireyleriyle tutarlı bir düşünceye sahip olmalıdırlar. Zihniyetı zayıf,çürük,
bozuk olan bir toplumsal kurumun tüm çalışma ve çabaları boşunadır. İtiraf
etmek zorundayız ki, tüm İslam dünyasının toplumsal kurumlarında
hep yanlış zihniyetler egemen” olmuştur. Bu nedenle, “...doğudan
Batıya kadar İslam ülkeleri düşmanların ayakları
altında çiğnenmiş ve düşmanların tutsaklık zinciri altına girmiştir.[2]
[1] DURSUN Turan, Din Tarihi Üzerinde (söyleşi banttan daktilo edilmştir) Ankara 1988.
[2] Söylev Demeçler,c.2 den alıntı TÜFEKÇİ, Atatürkün Düşünce Yapısı, y.a.g.litap., s.208.
Şeriatçı Düşüncenin Sonuçları
Osmanlıyı çökerten Tanrıya
olan inanç ya da inançsızlık değildir. Ümmette oluşan zihniyettir.
Bu sözcüğün dilimizdeki karşılığı:
düşünsel dokudur. Toplumlarda
düşünsel dokuyu, içinde yaşanılan kültürel yapı oluşturur.
İmparatorlukdan başlayarak, Osmanlı’da ümmetin kültür dokusu şeri’at
kurallarıyla tutsak edilmiştir. Çağın gereklerine uygun
bilimsel bulgulara katkı sağlayıcı, çalışmalar başlatılmamıştır
bile. Teknoloji yerine, Şer’iatin Yahudi
ve Hrıstiyan inancadan üstün olduğu üzerinde çalışılmıştır. İşgal
ettiği ülkeleri kendi kültürel baskısı altına alacağına, Şeri’atın
buyruğunu uygulamayı yeğlemiştir. Yüzlerce
yıl önceki kurala göre yenilen
devletten sadece vergi almakla yetinilmiştir.İşgal edilen ülkeleri sömürgeleştirmek,
ekonomik ve endüstriyel yönden yararlanma
yoluna gidilmemiştir.
Anadoludaki erkekleri sadece savaşta asker kaynağı olarak kullanmıştır.
Kadınları da erkeklerin tarlası olarak görmüşlerdi. “İyiyi ve kötüyü
bilmek” yasağının potansiyel suçlusu kadın sadece cinsel açıdan ve
biolojik yönden düşünülmüştür.
Çocuklara Türk toplumlarının genlerinden gelen ulusal bağlılık ve dayanışma
duygusu, yurt ve ulus severliği,
diğergâm yaşam biçimi unutturulmuştur.
Bunların yerine şer’iat kökenli, mezhep ve tarikatçılı almıştır.
Evrensel boyutlarda barış severlik, akla bile getirilmemiştir. Ulusalcılığa
dayalı koruyucu bir sevgi, asla yaşanmamıştır.
Bireyin İnsan Olarak Yaşatılması
Uzun yıllar çok büyük bir
toprak parçasına sahip olan osmanlı yönetimi, şeri’at nedeniyle çağın
gerisine düşmüştür. Avrupanın hasta adamı nın daha fazla yaşaması
olanaksızdır artık.
Toplumu köklü bir biçimde değiştirmek ve çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmak
zorunludur. Gazi Mustafa Kemâl Atatürk bu amaçla bir proje
hazırlamıştır. İzleyelim:
“ Efendiler yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimlerin amacı
Türkiye Cumhuriyet’i halkını bütünüyle çağdaş ve tüm anlam ve
görünümüyle uygar bir toplumsal kurum konumuna ulaştırmaktır.
Devrimlerimizin asıl ilkesi budur. Bu gerçeği kabul edemeyen zihniyetleri
tarumar etmek zorunludur. Bu güne değin ulusun beynini paslandıran, uyuşturan
bu zihniyette bulunanlar olmuştur. Her halde zihniyetlerde yaşayan boşinançlar
(hurafeler) tümüyle çıkartılacaktır. Onlar çıkarılmadıkça dimağa gerçeğin
nurlarını sokabilmek olanaksızdır.”[1]
Projenin gerçekleştirilmesinin koşulları vardır. Öncelikle devlet eğitimde
fırsat eşitliğini sağlamalıdır. Yurtdaşlarına, cins ayırımı gözetmeksizin,
parasız olarak, eğitim ve öğretim verdirmelidir. Ulusun genel sağlık işleri
vb. toplumsal sorunları yine eşit koşullarda gerçeleştirmelidir.
Projenin can damarı, kuşkusuz en önemli ögesi, özgür insanların
kuracakları tam bağımsız bir devlettir.
“Tam bağımsızlık için şu ilke vardır: Ulusalcı egemenlik, eknomik
egemenlikle pekiştirilmelidir. Bu kadar büyük amaçlar, bu kadar
kutsal
Şeriat bağımlısı inançlarla
ulusun kalkınıp gelişmesi,uygarlıkta ilerleyebilmesinin olanaksızlığı,
osmanlı denemesinde yaşanmıştır. Yüzyıllar öncesinin, kültür yapısını
yansıtan düşünüşlerle kalkınmak ve bağımsız bir devlet yaşamaına ulaşmak
olanaksızdır. Özellikle toplumun yarısını oluşturan kadın yurtdaşları,
Şeriat’n köhne düşüncesiyle dışlamak
ulusal gücün % 50 sini atmak anlamına gelir.
[1] ATATÜRK’ÜN SÖYLEV VE DEMEÇLERİ, Ank.1959,c.,2 s.,214
[2] AFETİNAN. , Devletçilik ilkesi ve T.C. Birinci Sanayi Planı, 1933, TÜFEKÇİ, Atataürk’ün Düşünce Yapısı, s. 219 .
Şeriat’da Kadın Bir Seks
Vak’asıdır
Ulusu oluşturan bireylerin tümü
uygarlıkta ilerlemek, gelişmek ve kalkınma yönünde çalışmak zorundadır.
“ Efendiler, dünyada, her şey için, uygarlık için, yaşamak için, başarı
için en gerçek önder
bilimdir tekniktir. .. Yalnız bilimin ve teniğin yaşadığımız her
dakikadaki aşamalarını, evrimini bilinçle kavramak ve ilerlemesini günü gününe
izlemek şarttır.”[1]
Kuşkusuz bu işlerin yerine getirilmesinde kadın da çalışarak katkıda
bulunmalıdır. Ancak, kadınların
erkeklerle bir arada çalışabilmesi, şeriat nedeniyle olanaksızdır. B u
konudaki çağ dışılık, akılalmaz boyutlardadır. Şeri’at kadını
cinsel yönden, seks aracı olarak ele alır. Bu görüş tümüyle Kur’ân-ı
Kerim kaynaklıdır.
Bakara suresinin 123 ayetine göre,
Tanrının seslenişiyle:
“Kadınlarınız
sizin tarlalarınızdır. Tarlanıza istediğiniz gibi gelin , istikbal için
hazırlıklı olun.”
Günümüz teokratik yönetiminin müslüman kesiminde ise kadın artık,
tarla değil gemidir. [kuşkusuz bu gemi petrol tankeridir]. [2]
Kadınların normal rahatsızlık günlerinde ise bu “tarlaya” girmek yasaktır,
o süre içinde ibadet edemez. Bu
nedenle dinen eksikli sayılır.
Şeri’atta cinsellik (seks) görevi:
Kur’an ayetleri ile hadislere dayanır. Kadının varlığı, özellikle erkek
cinselliğini yansıtır. Kadının toplumsal yaşamda erkekle bir arada
bulunması düşünülemez. Erkeklerin bir kadınla
yanyana oturması, aynı
odada yalnız kalması yasaktır. Şer’i gerekçesi: Muhammed’in, bir kadınla
yanyana oturduğu zaman cinsel duygulara kapılmış olmasına bağlanmıştır. Tanrının Resulü bile cinsel duyumsama içine girerse sıradan
bir erkek bile neler yapmaz diye düşünülmüştür.
Bu nedenle İslâm uleması, samimi inanç sahiplerine , cinsel konularda
nefse güven değil,Tanrısal önlemler önermektedirler. Önlemler kısaca: Kadınların
örtünmesi, gözün korunması, evlenilebilecek kadınlarla yalnız kalmamaktır.
“ En mühim tedbir ise, cinsel
duyguların harama dönüşmemesi için
Allah’a sığınmaktır. Bu hususta her erkek Allah’a
sığınmaya muhtaçtır. Bu sözlerin yazarı
(yayın evine göre) aydın bir din adamıdır. Bu aydın din adamının
yine “samimi inanç sahibi müslümanlara “ önerdiği
duayı aynen alıyorum:
“...Allahım kulaklarımın şerrinden,
gözlerimin şerrinden ve cinsel
organımın; (cinsel organımdan kaynaklanabilecek) kötülüklerin şerrinden
sana sığınırım”. [3]
Böylece cinsel isteğin ortadan kalkacağına inanılmaktadfır. Cinsel temasta
bulunmak, eşinizle bile olsa, şeri’at kurallarına bağlıdır.
Kurallar cinsel temas öncesinden başlar, örneğin: “Besmele çekilip ihlas” suresi okunup “tekbir tahlil getirilmeli” dir.
Sonra “...kadına duhul ederken,
onun kulağına ‘ağır ol’ denilmesi gerekmektedir”. [4]
S O N U Ç
Şer’i’atın kadın haklarıyla ile ilgili öbür kurallarına değinmeye
gerek olmadığına inanıyorum. Korku dolu şer’i’at
çağ dışıdır
Turan Dursun v e Galatasaray Lisesindeyken beraber okuduğum, sınıf artkadaşım,
Babür bir araya geldiğimizde, Özellikle bu tür “hadis ve sünnet”
konuları üzerinde konuşurduk. Babür devletler hukuku doktoru, Turan bir
teolog; çok zevkli ve bilimsel
sohbetler olurdu. Saatler sürerdi konuşma. Evet, evet bunu da söylemek
zorundayım, zamanın nasıl geçtiğini bilmezdik. Yeni rakı şişesi biter,
bazan sabah da olurdu. İkisini de yitirmiş olmanın
sıkıntısını hep duyumsarım.
Bir konu daha vardı bu beraberlikte masada eksik olmayan, Gazi Mustafa Kemâlin
devrim ve insanlık anlayışı. Bize göre yapılan devrimlerin beyni: Lâiklik
(dışdinsaltçılık) ilkesiydi. İlkenin anlamı ve tanımı uzun
uzun yapılmazdı hiç. Çünkü,korkuya dayalı ahlak olmazdı. Çok kısa
ve kolaydı anlamak. Laiklik şeri’ata karşı olmak demektir.
“Mürteci”, şer’i’at özlemi içinde olanlara verilen addır.
Şer’i a’ tı uygulamaya kalkışma eylemi: “İrtica”
hareketidir.
Dünya devletleri arasında
bu tür düşünce olan yönetimler, ne kadar bağımsızlıktan söz
etseler de, büyük devletlerin sömürgesidirler
.
Dünya uluslarını geleceğini kutsal kitaplar bağımlısı kurallar değil,
İnsanlığı yüceltmeyi amaçlayan düşünce
sistemleri alacaktır. İnsanlığı
kurtaracak olan yine insandır.
Günümüzde, hiçbir bilim adamı, yarattığı teoriyi uygulamaya koyamamıştır.
“ iyiyi ve kötüyü bilmek” yasağıyla,
“cennet,cehennem” söylenceleriyle öğrenim görüp, “ölüm
korkusuyla” eğitilen insanları kurtaracak “Laik” (dışdinsaltcı-şeriatı
dışlayan) bir devrimi (sosyo kültürel değişimi) başaramamıştır. Gazi
Mustafa Kemâl Atatürk “altı
ok”’la simgeleşen bu lâik yönetimi
“sistem” ‘leştirmiştir. Sistem yeryüzüne uygarlıkların doğum yeri
olan Anadolu’ dan yayılacaktır. Bu devrim (sosyo Kültürel değişim) “Ulusaltçılık,
Halkçılık, Cumhuriyetçilik, Dışdinsaltçılık, Devletçilik,
Devrimcilik” ilkelerinden oluşur ve Kamalist yönetim olarak
anılır. Uzun araştırmalar sonunda ortaya konulmuş bilimsel bir yöntemdir.
Atatürk bu araştırmaları şöyle
anlatıyor:
“Yüzyıllar ve yüzyıllardan beri, zavallı insanlığı mutlu etmek için
tutulan yolların, kullanılan vasıtaların
(uygulanan yöntemlerin) verddikleri neticelerin
ne derece emniyetbahş (güvenverici ) oldukları
incelemeye değer değil midir?
“Artık İnsanlık kavramı, vicdanlarımızı arıtmaya ve duygularımızı
yüceltmeye yardım edeck
kadar yükselmiştir.
Vaziyetleri ( içinde bulunulan durumları) ve onların icaplarını (
onlar için gerekenleri) uygar insan düşüncesiyle
ve yüksek zicdan aydınlığı ile
gözleyip inceleyerek değerlendirirsek şu sonuçlara ulaşırız:
“İnsanları mutlu edeceğim diye onları
bibirine boğazlatmak insanlık dışı ve son derecede
teessüfe şayan (acınılması
gereken) bir sistemdir.
“İnsanları mutlu edecek yegâne
vasıta (tek yöntem) ,onları
birbirlerine yaklaştırarak, onlara birbirlerini
sevdirerek, karşılıklı maddi ve mânevi (nesnel ve tinsel) ihtiyaçlarını
(gereksinimlerini) sağlamaya yarayan hareket ve enerjidir.
“Evrensel barış için de
insanlığın gerçek mutluluğu, ancak bu yüksek
ideal yolcularının çoğalması ve başarılı olmasıyla
mümkün olacaktır.”.[5]
Atataürk’ ün laik (dışdinsaltcı-şeri’a’tı
dışlayan) devrimi, Tanrı’yı korkuyla değil sevgiyle kucaklayan
bir sistemdir ve barış kökenlidir. Bireyler bulundukları ortamda, doğal
ve temel haklarını eşit olarak kullanan insanlar olarak yaşam sürdürürler.
Barış uygulaması yurt içinde başlayarak yeryüzüne yayılmalıdır.
Bunu gerçekleştirmenin bir yolu
yordamı vardır. Önce ulusta “toplumsal güvenliği sağlamak” gerekir, başlangıcı
insanların birbirleriyle “bağlılık
ve dayanışma” düşüncesinin gerçekleştirilmesine dayanır. Bu dayanışma
ve bağlılık “tarikat,mezhep,din” kökenli değil “ulusaltçı” olmalıdır.
Bu kısa yazıda, Turan Dursun
dostumla paylaştığım, uygar mutlu yaşam için gereken temel noktalara değiniyorum.
Konunun tümünün bu yazı sınırları içinde anlatabilmek olanaksızdır.
Sistem ve yöntemi ele alıp ayrıntılarıyla anlatmayı bir başka çalışmaya
bırakıyorum.
ŞimdiTürk devriminin mimarı, bulucu ve kurucusunun
bu konudaki sözlerini izleyelim; sonra da
kadınlarla ilgili, özdeyiş derecesinde anlamlı bir sözüyle yazımızı
bitirelim:
“Bilim,toplumların
büyüklüğünün sırrını, insanlara açmıştır; bu sır,insanların
birbirine olan bağlarıdır”...”
Bağlılık hakkında bir fikir edinmeye en müsait düşünüş ve görüş”
şu olabilir: ”Tarih, yaşamak
kavgasının ırk, din, hars (kültür),
terbiye (eğitim –öğretim) yabancılar arasında olduğunu gösterir. Birliğe
doğru da bir yürüyüş demektir.”... “Fakat,
birer düşünce olarak aldığımız bağlılık nazariyeleri (nin)(kuramlarının),icaplarını
(gerekenleri) tatbiklerde (uygulamalarda) ‘içtimai
teminler’ (sosyal güvenceler) adı altında toplamak olasıdır.
Bu sosyal güvencelere devlet sosyalistliğine
yaklaşarak varılabilir. Bu yol, yasa yoludur. Örneğin: 1- İş yasas. 2- Şehirlerin
ve atölyelerin sağlık koruma yasası. 3- Bulaşıcı hastalıklara karşı
korunma yasası. 4- İşçilerin ihtiyarlığı ve kazalaera karşı sigorta
yasası. 5- Hasta ve ihtiyar yoksullara zorunlu yardım yasası. 6- Çiftçi
sandıkları yasası. 7- Yardım dernekleri kurulması yasası. 8- Ucuz evler
yapılması yasası. 9- Okul çocukları için okullarda kooperatifler.
“Bütün bu gibi derneklere
devlet bütçesinden yardım. Bu ve buna benzer hususları temin (gerçekleştirmek)
için yasalar yapılır ve uygulanır.
Bu suretle bağlılık nazariyesi (kuramı) sosyal güvence sağlayark
gerçekleştirilmiş olur...
“Özetle, bağlılık, ‘herkes kendi için’ yerine,
‘herkes, herkes için’ düşüncesini
koyar. Bu düşünce, içtimaidir
(toplumsaldır),millîdir (ulusaltçıdır), geniş ve yüksek anlamıyla
insanidir.”[6]
Turan, Babür beraber vardığımız bu sonucu gerçekleştirmenin
çağdaş eğitim yönteminde de anlaşıyorduk.
Böylece şeri’at dışında
mutlu bir dünya yaratılabilirdi.
“Şuna da kaniim ki (inanıyorum ki) eğer devamlı barış
isteniyorsa, kütlelerin vaziyetlerini
iyileştirecek, uluslar arası önlemler
alınmalıdır. İnsanlığın tümününbirden,refahı
(gönenci) açlık ve baskının yerine
geçmelidir. Dünya vatandaşları, haset (çekemezlik), aç gözlülük
ve kinden uzaklaşacak şekilde eğitilmelidirler.”[7]
İşte kadınların yararlı
hizmetlerine bir örnek:
“Şuna kâni olmak (inanmak) gerekir ki; dünya yüzünde gördüğümüz her
şey kadının eseridir.”[8]
[1] y.a. SÖYLEV DEMEÇLER, s. 194
[2] TÜFEKÇİ, y.ag. tez, PATHAİ, Raphael, Society Culture and Change in the Middle East, den alıntı. s,80
[3] DEMİRCAN, Ali Rıza, İslâm’a göre Cinsel Hayat c. 1, Eymen yay. Ist .1986 s.56,57
[4] Arsel, y.a.g.y.,s 228,229.
[5] Atatürk’ün Söylev Demeçleri,c.2 ; s , 273,
[6] AFETİNAN, Medeni Bilgiler, ss. 72,73.
[7] aynı ,c. 3; s.99.
[8] aynı, c. 2 ; s. 85.