Demokrasi ve Barışın Olmazsa Olmazları / I                                 
Gürbüz D. Tüfekçi / Sosyal Antropolog


Kendimizi ne kadar sıkarsak sıkalım, demokrasi/barış deyince şöyle bir gevşeriz. İki kavramı da çok iyi bildiğimizi sanırız.. Oysa kavramın içeriğine eğilince, konunun öylesine basit olmadığının ayırdına varırız.
Zordur zor, demokrasiden, barıştan söz etmek. Demokrasi deyince, ta bilmem hangi yıllardaki tarihçesinden anlatmaya başlarız. Öyle çok bilgi veririz ki dinleyenler: ne çok biliyor der. Oysa anlatılanlar çok eski yılların bilgileridir. Günümüzde bir kesiminin pek de geçerliği kalmamıştır.
 Zordur bayanlar,baylar! Demokrasi öyle kolayına yenir yutulur nesne değildir. Zordur derken, kavramak, us düzeyinde,yani bilimsel olarak sindirebilmekten söz ediyorum "mide"de değil.  Öylesine "oy çokluğu" falan demokrasi değildir. Böyle çoğunluk sözcükleriyle birbirimizi aldatmayalım. Hele demokratik barış, daha da zordur. Kim olursanız olunuz, karşı ya da aynı safta, hangi düşüncede olursanız olunuz "demokratik - barış" çok daha zordur.
İsterseniz önce soruları koyalım:
Kime göre demokrasi? Kime göre barış? Çoğunluğa göre mi? ......Eeee azınlığın demokrasisi ne olacak? İşçiye göre mi demokrasi? İşçi olmayan -son yılların saptırmasıyla- emekçiye göre mi? Emekçi olmayan ne olacak?...  diyelim ki herkes emekçi. Hadi canım sende! Emek sarfetmeden kazanan... hem de çok kazanan ne olacak? Yok yok öyle şey. Yani konuyu saptırmak yok. Efendim toplumun tümü emekçi olacakmış...Bu söze Ankara'da evimin karşısındaki bahçe sakinleri bile güler. (Lalegül,SSK bloklarında oturuyordum). 
Özellikle günümüzde türemeye başlayan "özgürlükçü demokrasi" şövalyeleri beni çok etkiliyor. Çok severim bu gibileri. Kendilerinin bile tanışmadığı, bilmediği  öncüleri,şefleri, yol gösterenleri, imamları,reisleri başkanları,töreleri vardır. İçtendirler, inandıkları konularda tüm varlıklarıyla direnerek uğraşı  verirler. Paraya dönüşebilecek arsanın/toprağın -ya da ardında  oldukları gücün- tutsağı,   ödün vermez savaşımcısıdırlar. Vatan, bayrak,barış için çalışıtıklarını söylerler. Çoktur bu türden insan toplumumuzda.  Kimi hakim,savcı, validir;müftü,vaiz olanları boldur;hele politikayı meslek edinmiş öyleleri vardır ki,-hiç inanmadıkları halde- bağlı oldukları siyasal düşünce nedeniyle, her saçma girişime, yasaklamaya taraf olur savunurlar. Örneğin:bir vali,  il sınırları içinde içki yasağı mı koyuyor;bir okul müdürü öğrencileri kızlık zarı  için hastahaneye mi,yolluyor; ya da bir belediye başkanı tüküreceği yerin avucu olması gerekirken, bir sanat eserini mi yeğliyor? Birbirlerinden uzakta da olsalar eylemlerini desteklerler.  Daha da ötesi birhangi yaratık, Anıtkabir'de 'Kur'an' gösterisi mi yapıyor?  sapıktır  (meczuptur) 'da öbürleri ne türdendir? Siyasal görüş  ya da inanç nedeniyle bu sapkınlıklara alkış tutanlar çok görülmüştür.
Hele başka örneği bulunmayan bir olay var ki, yüzüne bile tükürülse "yağmur yağıyor" diyeceği için adından söz etmeyeceğim. Yalnız  herkesin bildiği bir  sözcüğe yeni bir anlam  katdığı için anacağım:"Pezevenk"(Farsça ve Arapça'da"imam,yol gösteren,öncü,önder" demekmiş). Adı geçmeyen bu yaratık,önceleri Rize halkını bu özelliğinden yararlandırmış, sonra dokunulmazlık zırhına bürünerek görev alanını genişletmişti. Şimdilerde aynı işi yurt dışında sürdürerek geçimini sağlıyor olmalı;acaba,  mesleğini yitireceği  korkusuyla mı  dönmüyor Türkiye'ye ?
Sevgili arkadaşım Haşmet Zeyrek'in "Evrensel Pezevenk: Para" adıyla kaleme aldığı "Seyirlik Oyun"unu anımsadım. 1993,94 lerdeydi sanıyorum; Beyoğlunda bir kabarede çok değerli sanatçılarla sergilemişti özgün yapıtını. Çıkarcı para tapımcılarına uygun bir betimlemeydi; Kısa süre sonra kaldırıldı oyun, neden!?? bilemiyorum. Yoksa böylesine düşünen önderler mi arttı ne? Oysa   Farsça ve Arapça tanımlanması yapılmış sözcüğe Türkçe ve güncel bir boyut getirmişti sayın Zeyrek...
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Gazi Mustafa Kemâlin sözlerinin etkisinden kendimi kurtaramıyorum. Bu türden çıkarcı para tapımcıların,birbirlerini aklayan inanış ve siyasal  anlayışına duyduğum nefreti ise söylememe gerek yok.
Bu kısa yazıda amacım Mustafa Kemal'in bağımsız Türkiye Cumhuriyetiyle, nasıl demokratik-barış yanlısı bir ulus-devlet beklentisi içinde olduğuna değinmektir. Daha öz bir diyişle, Gazi'nin bir buluşu olan Kemalist sistemin kısaca kökenindeki gerçekleri vurgulamaktır. Kemalizm: asırlarca toplumları yönetmek için uygulanan "yöntemlerle", insanlığı bir "zavallı" konumuna indirgeyen sistemlerin tümüne, bir başkaldırıdır. 
Kemalizm Mustafa Kemâl Atatürk'ün kendine özgü bir  buluşudur.Tıpkı, birkaç çarkı eşgüdümle döndürerek, günü 24 eşit zamana bölebilen ölçüm aracının "keşfi" gibi bir buluştur Kemalizm. Başlangıç noktası bireylerin doğal olan yaşamak haklarını, özgür ve eşit insanlar olarak  kullanabilmelerini gerçekleştirecek, ulusalcı egemenliğe dayanan bir devrimdir.  Bu devrimi ayakta tutarak yeryüzündeki gerçekler dünyasına bağlayan altı putrel vardır. Bunlara Atatürk ilkeleri denilir [dikkat: ilkelerin sayısı altıdır].  Geleceğe yönlendirilmiş 6 (altı) okla simgeleştirilmiştir. Aralarına, başına veya sonuna - sizce çok etkin ve çekici de olsa-  başka kavramlar katarak ok sayısını artırmak, GAZİ'yi cehaletle suçlamak olur. Daha fazla ilke Kemalist sistemin aslını  bozar. Cumhuriyetimizin kurucusuna da ihanettir.
1935 yılındaki parti genel kurulunda kendi özel başlıklı kağıdına bu ilkeleri Türkçeleştirerek şöyle      sıralamıştır: "Ulusaltçılık,Halkçılık, Cumhuriyetçilik, Dışdinsaltçılık (laiklik), Devletçilik ve Devrimcilik". 
Kemalist sistemin ne olup ne olmadığını Gazi Mustafa Kemâl bütün Meclisi açış konuşmalarında, Büyük Nutkunda,yurt gezilerindeki söyleşilerle yazdığı ve yazdırdığı yapıtlarda Türkiye halkına (Türk Ulusuna) anlatmıştır. Burada konumuzu yakindan ilgilendiren  bağımsız ve demokratik bir Cumhuriyetin kuruluş aşamasındaki temel düşüncesinden kısa bir örnek sunmakla yetineceğim. Yıl 1921 TBMM nin ikinci toplanma yılını açarken yaptığı konuşmaya bir kulak verirmisiniz,lütfen. Sonra da bu sözleri  yaşamınızda etkili olacak bir yere koyunuz. (bugünkü dille):
" Efendiler!
Ulusumuzun olağanüstü yetenekleri vardır. Bu yeteneklerin ortaya çıkması ve     yararlı olması, ( şüphesiz parlak netayice iktiran edwecektir) kuşkısuz, parlak sonuçlara varacakır. Ancak, tarihin bazı korkunç kayıtlarını eksiksiz olarak,büyük bir dikkatle hatırlatmayı yararlı buluyorum. Arkadaşlar,bir ulusta, özellikle bir ulusun başında bulunan sorumlu yöneticilerinde ihtiraslarından kaynaklanan kişisel çıkar çekişmeleri   ulusal ve vatani görevlerinin yerine getirilmesinde gerekli olan yüce duygulara baskın çıkarak üstünlük sağlayacak dereceye gelmiş  bulunan memleketlerin  dağılıp, eriyerek yok olmaktan  kaçınabilmesi olanaksız bir sondur. Ulusumuzun gerçek temsilcileri olan bütün arkadaşların bu gibi aşağılayıcı durumlardan daima uzak kalacaklarından asla şüphe edilemez..."  
Konuşmanın devamı ise şöyle: "Yüce kurulun birbirleriyle karşılıklı kardeşlik ve dayanışma duygularıyla bağlılığının, temsilcisi olduğunuz bütün ulusu da daima aynı coşkuyla kapsayıp, artarak yayılacağı tabiîdir (doğaldır)". 
Türkiye'de bağımsız yurtta barışı sağlayacak demokratik ve çağcıl  yönetim için gerekenler ,Kemalist sistemin kurallarında vardır. Yeterki bu sistemi  koruyan ve destekleyen devrim yasaları ödünsüz uygulanmaya konulsun.
Para tapımcılarının anlayacağı bir dille  şöyle diyeceğiz: Son pişmanlık para etmez.


Demokrasi ve Barışın Olmazsa Olmazları  II
                                                   
Peki barıştan ne anlıyoruz? Nedir barış? Öyle hani topa, tüfeğe, tanka, bombayla falan  insanları öldürmek, öldürtmek filana karşı mı olmak? Artık savaşlar, silah zorunun dışına taşıtılmış bulunuyor. Aslında savaşlar düşünsel, ekinsel (kültürel) bir enlem-boylam içinde  mermiden daha güçlü bir yok edici olarak sürmekte, sürdürülmektedir. Öyleyse, barışı savaşın tam karşıtıdır mı? diyeceğiz.
Demokrasinin eşdeğeri olarak barışın zorunlu olduğunu mu kabul edeceğiz? Yoksa savaşın tam karşıtını demokrasi olarak mı alacağız?  Bu demokrasi ile barış kavramlarının her ülkede ayrı anlamları olması gerektiğine inanıyorum. Günümüz dünyasına bir bakalım. Örneğin: İrlanda'daki mezhep ayrılığının, yüzlerce insanın ölümüyle sonuçlanan çatışmalara neden olması. İrlanda demokratik bir ülke değil mi? Demokratik. Barış var mı? Yok. Savaş var. USA yani Amerika Birleşik Devletleri demokratik bir ülke değil mi? Sözüm ona demokratik. Peki Ku.Kulux.Klan yobazları ne oluyor? Zenciler insan değil mi? Daha da ötesi, yani eskisinde, Amerika'nın asıl sahipleri Kızılderililer insan değiller miydi? Yıllar boyunca kovboy filmleriyle, beyazların kafa derilerini yüzen vahşiler olarak bizlere şırınga edilerek tanıtılan o zavallı insanlar, demokrat bir Amerika'da yaşamıyorlar mıydı? İran, Suudi Arabistan, Pakistan falan demeyeceğim, Bosna-Hersek'te yaşanan dramatik olaylar, Somali faciası ........ necilik oluyor yani? Uygar olduğu sanılan ülkelerin boyunduruğu altında inleyen yüz binlerce insan hangi demokrasiden, hangi barıştan haberdarlar.
Bırakınız efendim, bırakınız, böyle havadan demokrasi, masa başında barışçı düşünceyi savunmayı. Olayı geleneksel boyut yerine, aydınlanma çağının getirdiği yeni düşünsel dokuya dayandırarak düşünelim.
Ortaçağdan yeniçağa çıkışın muştusu kuşkusuz, Eğitimde Fırsat Eşitliğine dayanır. O çağın düşünürlerinin, toplumsal gelişmeyi gerçekleştirmek, daha rahat koşullarda yaşamayı sağlayarak ölebilmenin olmazsa olmaz koşulunu "Eğitimde Fırsat Eşitliğine" dayandırmışlardı. Yetenekliyle yücelecek olan yaşam koşulları, becerikli insanların da topluma kazandırılmasıyla bir bütün oluşturacaktı. Ölebilmenin olmazsa olmaz koşulu sözüne takıldınız gibi geldi bana. Evet, doğru okudunuz. "Daha rahat koşullarda ölebilmek" diyorum. Aydınlanma yıllarında, rahat ölebilmenin koşulu eğitimden geçiyor, kiliselerde verilen bilgiye dayanıyordu. Oysa o bir kesim insan babacığının kesesine göre daha da çok şey öğrenebiliyordu. Özel dersler alıyordu. (Aynen Türkiye'de bugün olduğu gibi) Özel eğitim zengin çocukların hakkıydı. Garibanlar, neyin ne olduğunu tam öğrenemeden, eğer bir zeka pırıltısı göstererek birtakım yeniliklerden söz etmişlerse, yakılıyorlardı. Yoktu öyle olur olmaz konulardan söz etmek. Siz bakmayın Galileo'nun pabuçlarını yanmaktan kurtarmış olmasına. Bruno, yıllarca hapis yattıktan sonra, düşüncesini savunması nedeniyle yakılarak öldürülmüştü.
O çağda eğitim, öğretim kilise, ruhban sınıfı falan gibi, tufeyli sömürücülerin başatlığı  altındaydı.   Bunlar öylesine dünya işlerinin insanlarca öğrenilmesine pek izin vermezlerdi. İnsanların bireysel yaşamın kurallarını, yasaları kutsal kitaplarda yazılıydı. Aksine bir düşünceyle davranış günahtı, kafirlikti, dinden imandan çıkmaktı. Ölmeliydi, öldürülmeliydi  böyleleri, yakılmalıydı, kazığa oturtturulmalıydı. Evet "çarmıha germek" te vardı. İsa'ya öyle yapmışlardı, daha Hıristiyanlığın başlangıç yıllarında. Zavallıyı iyi ki çarmıha germişlerdi, eli, ayağı, göğsünden çivileyerek. Ne yaptık diye düşünüp zar zor Tanrının yanına uçarak gittiğini anlatmışlardı. Sonra da İsa'nın cennette mi cehennemde mi olduğunu kanıtlayacak hiçbir gerekçe gösterememişlerdi. Sivas'taki canlar neden yakılarak öldürüldü dersiniz? Neyse konumuz bu  değildi. Demokrasiden barışa geçmiştik. Barış. Hani Mustafa Kemal diyor ya "Yurtta barış, Dünyada barış." artık bunu gerçekleştirmenin zamanı geldi diye düşünülüyor. Kardeşlerim, dostlarım, arkadaşlarım, canlarım, ciğerlerim nasıl gerçekleşecek bu barış? Yanıt: Önce Yurtta. Sonra, sonra  Dünyada.
Dedik ki, barış silahlı çatışma sonucu yapılan antlaşmalarla sağlanamaz. Yani böyle demek istedik. Doğrudur. Savaşlarda insancıklar ölürler. Barış bir yanıyla insanların ölmemelerinin de koşuludur. Barış varsa bir ülkede, orada savaş kökenli ölümler olmaz. Siz bakmayın Türkiye'deki trafik canavarlığı, yargısız infaz olaylarına falan. Özellikle failsiz cinayetlere... Hele demokrasi barış ile birlikte gelsin, bunların tümü son bulacaktır, diye düşünebilirsiniz. Ama bu sorunun nasılının yanıtı çok zordur zor. İnsansız demokrasi, insansız barış, insansız cumhuriyet, inansız devlet olmaz. İnsan bireylerin ulus olarak yasamasın, yaşayabilmesiyle adlanır. "Birey toplum içinde insandır" Toplum ise, aydınlanma çağından bu yana ulusal niteliklerle bir arada yaşayabilen topluluklardan oluşmaktadır. Bireyin yaşamı ulusalcılıkla insan olarak değer kazanmaktadır. Bireyin en doğal hakkıdır yaşamak. Ama nasıl yaşamak? Bunu ulusalcılık ilkesi belirler. "Eşit ve özgür olarak yaşamak" der ulusalcılık ilkesi. Hemen ardından "neden" diye sorar? Yanıtı: "Uygarlıkta ilerlemek için"dir. İnsanların doğal olan yaşamak haklarının koşulları uygarlıkta ilerlemek için eşitlik ve özgürlük olarak verilince, demokrasi ile barışın da temel koşulları ortaya konulmuş oluyor. Burada sınıf egemenliği değil insanların yaşamak doğal haklarının egemenliğinin başat  olduğu hemen görülür. Mustafa Kemal'in "imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kütleyiz" sözünün dayanağı da O'nun bu ulusalcılık tanımlamasından kaynaklanmaktadır.
Ders olsun diye anlatmıyorum bunları. Amacım insanların ölüme duydukları korkunun bir sömürü aracı olarak kullanılmasının önüne geçilebilmesi gerektiğini vurgulamak. Türkiye'de bu korku, on binlerce yıllık bu eski korku, halen yürütülmektedir. Müslüman olmanın kanıtı olarak, yerden pıtırak gibi çoğalan camiler yanında, Kur'an kurslarında oy potansiyelini  her yıl arttırarak gelişen, imam hatip kökenli asalak yönetici kadroların hızlı gelişmesine dur demeden, bütün bu pislikleri temizlemeden Yurtta Barış'ın gerçekleşebileceği inancında olmadığımı söylemek istiyorum.
İnsancıkların ölmekten ölesiye korktukları günümüzde çözümün, Şeri'at karşıtı bir eğitimin gerçekleştirilmesinde olduğunun Mustafa Kemal Atatürk'ün gerçekleştirdiği devrimlerin bir an önce yaşama geçirilmesinin zorunluluğunun bilincinde olmak gerektiğine inanıyorum. Bir toplumun ulus olarak barış içinde ver bağımsız yaşayabilmesinin ön koşuludur bu söylediklerim.
Yoktur bunun başka çaresi.
ÇAna Sayfa