Allah / İsimleri


Kainat içinde yegane şuurlu varlık olarak gözlenen insan, kendi varlığı ile birlikte aşkın bir yaratıcının varlığını da benliğinin derinliklerinde hisseder. Fizyolojik ve psikolojik yapısı itibariyle iç içe birçok sistemden oluştuğunu, içinde yaşadığı tabiatın da olağan üstü bir ahenk ve düzen taşıdığını farkeden insan aşkın yaratıcının bu eseri karşısında hayranlığını gizleyemez. Semavi kitaplar tabiatın kutsallaştırılma tehlikesinin belirdiği bu noktada kişiyi uyarmakta, kendisi de dahil olmak üzere zat-ı ilahiyye dışındaki herşeyin yok olacağını, Allah'tan başka tapınılacak, hükümranlığı aralıksız devam edecek, herkesin sığınağı olacak bir varlığın bulunmadığını bildirmektedir (el-Kasas 28/88). İnsan, kendinden başlamak üzere bütün tabiatta hüküm süren düzeni dikkatle incelemeli ve gönülden bağlı olduğu, fakat duygularıyla doğrudan idrak edemediği yaratıcının özelliklerini (sıfatlar) bulmaya çalışmalıdır. Felsefelerinde madde sınırını aşıp yüce yaratıcının varlığına yer veren filozofların ana hatlarıyla belirlemeye çalıştıkları ilahi sıfatlar konusuna semavi kitaplar ışık tutmuş, insanın bütün benliğiyle inanıp kendisine yakın hissettiği fakat dünya gözüyle göremediği yaratıcıyı “gerektiği kadar” tanıyabilmesi için O’nu vasıflandırmıştır. Mesela “O evvel, ahir, zahir, batındır.” (el-Hadid 57/31) mealindeki ayet zat ve sıfat arasındaki münasebete büyük çapta açıklık getirmiştir. “Evvel” ilk (ezeli) demek olup yaratıcı (ilk sebep, illet-i üla) özelliği taşır. “Ahir” ise son, sürekli (ebedi) demektir. Bütün değişiklikler, oluşum ve bozulmalar (kevn ü fesad) yaratılmışlarda etkili olup evvel ve ahire nisbetleri O’nun fiillerinin eseri olmaktan ibarettir. Zatı itibariyle “batın” (gizli, duyular ötesi) olan yüce Allah oluşum ve değişikliklerin delalet ettiği sıfatlarıyla zahirdir.

Sıfat, Allah’ın zatına nisbet edilen bir mana, yani bir kavramdır. Naslarda yer alan bu kavramlar kelime türü açısından isim, fiil, masdar veya zarf şeklinde olduğu gibi Arapça’daki sıfat kalıplarından biri şeklinde de kullanılmıştır. Kur’an-ı Kerim’de sıfat kelimesi geçmemekte, daha çok tevhide aykırı inançlardan Allah’ın tenzih edilmesi sırasında “nitelemek” anlamındaki vasf kelimesinin muzari kalıbı kullanılmaktadır. Buna karşılık Allah’a nisbet edilmiş olarak isim ve esma kelimeleri yer almaktadır. Mümin zihnini ve gönlünü aydınlatmak amacıyla zat-ı ilahiyyeyi nitelendiren kavramlar alimler tarafından isim veya sıfat terimleriyle ifade edilmiş, bu terimler ilk defa Ebü Hanife’ye ait el-Fıkhü’l-ekber’in baş tarafından göze çarpıyorsa da ikisi arasındaki ince farka dayalı belirgin ayırım Matüridi tarafından yapılmıştır. V.(XI.) yüzyıldan itibaren yazılmaya başlanan el-Esma ve’ş-şıfat adlı eserlerde iki terim arasındaki teknik fark şu şekilde belirlenmiştir: Hay, alim, halik gibi dil açısından sıfat kalıbında bulunan kelimeler isim, diğerleri ise sıfat adını alır.

Kur’an-ı Kerim’de ism kelimesi Allah lafzına veya onun yerini tutan zamire, ayrıca rab kelimesine izafet yoluyla nisbet edilmiş, çoğul şekil olan esma da “en güzel” anlamındaki el-hüsna kelimesiyle sıfat tamamlaması oluşturarak el-esmaü’l-hüsna şeklinde dört defa Allah’a nisbet edilmiştir. İsimden maksat, şüphesiz ki işaret ettiği varlığı hatırlatmaktır. İslam dininin telkin ettiği yüce yaratıcının öz adı, belki de herhangi bir sözlük manası taşımayan Allah kelimesidir. Bunun dışında O’nu hatırlatacak kelimeler seçilirken hem zat-ı ilahiyyeyi niteleyen kavramlara uygun düşmeli, hem de tazim ve hürmet unsurlarını taşımalıdır. Bu ikinci şartın gerçekleşebilmesi için isimlerin naslardan seçilmesi naslarda yer almayan kelimelerin O’na nisbet edilmemesi gerekir. Haşr suresinin sonunda yer alan üç ayette, her biri zat-ı ilahiyyeye ait bir kavramı hatırlatan on dört kadar isim Allah’a nisbet edildikten sonra, “O’nun esma-i hüsnası vardır.” denilmektedir. Konu ile ilgili diğer bir ayetin mealide şöyledir: “Allah’ın esma-i hüsnası vardır. O halde O’na bunlarla dua edin. O’nun isimleri konusunda eğri yola sapanlara uymayın”. Bu ayetlerden anlaşılacağı gibi isim, işaret ettiği varlık için ifade edeceği mana açısından önem taşımaktadır. Bazı kelimelere tanrılık makamına yakışmayan anlamlar yükleyerek bunları yaratıcıya nisbet etmek veya O’na ait kavramları ve bunları dile getiren isimleri O’ndan başkasına vermek, esma-i hüsna konusunda eğri yola sapmak (ilhad) kabul edilmiştir. Allah’ın zatını nitelendiren kavramlar çok olduğundan bunları ifade eden kelimeler (isimler) de çoktur. Şu halde bunlardan hangisiyle olursa olsun Allah’ı anlamak mümkündür. Yaratıcının “Allah” veya “rahman” ile anılmasını bildiren ayetin (el-İsra 17/110) nüzül sebebi hakkında kaydedilen rivayetler de Allah’a ait olmak şartıyla hangi isimle olursa olsun O’nun anılabileceğini teyid etmektedir. Muhtemelen İslam öncesi Güney Arabistan halkının tapındığı tanrının da adı olan rahman, İslam’ın telkin ettiği yüce yaratıcının sıfatlarından birini dile getiren bir isim olarak birçok ayette zat-ı ilahiyyeye nisbet edilmiştir.

İsim, işaret ettiği varlığın gerçekliği oranında değer taşır. Her gün iç içe sistemler halinde olağan üstü bir ahenk sergileyen tabiat sahnesinde kudretinin binbir tecellisi gözlenen aşkın yaratıcının isimleri aciz yaratılmışlara, insan eliyle yontulup şekillendiren putlara verilse bile bunların hiçbir fonksiyon ve değeri bulunmayan kuru bir isimden ibaret olacağı asil yaratılışlı ve hür düşünceli insan için apaçıktır. Beni İsrail peygamberleri içinde beden ve ruh güzelliğiyle tanınan Hz.Yüsuf, hapis hayatındaki arkadaşlarının tapındıkları putları, “Allah’ın hiçbir güç vermediği, sizin ve atalarınızın takmış olduğu kuru isimler” şeklinde nitelendirirken insan yaratılışındaki bu asalet ve hürriyet özelliğini dile getirmiş oluyordu. Hz.Peygamber’in son dönemlerinde nazil olan ve Arap müşriklerden çok o günden itibaren var olabilecek bütün putperestlere hitap eden ayet, fiili bir gerçekliği bulunmayan isimlerin ve bunların etrafında oluşturulan tazim ve kutsallaştırmaların değersizliğini bir ifade ile şöyle açıklamıştır: “Ey insanlar! Size bir örnek verilmektedir, şimdi onu dinleyin. Allah’tan başka kutsallaştırıp andığınız şeyler, hepsi bir araya gelse de bir sinek bile yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapmış olsa bunu dahi geri alamazlar. İsteyen de aciz istenen de” (el-Hac 22/73).

Esma-i hüsnanın sayısı konusunda başvurulacak kaynak şüphesiz ki Kur’an ve hadistir. Kur’an-ı Kerim’de çeşitli kelime kalıplarıyla zat-ı ilahiyyeye nisbet edilmiş olarak yer alan kavramların sayısını 313’e ulaştıranlar vardır. Allah’ın doksan dokuz isminin bulunduğunu ve bunları benimseyenlerin cennete gireceğini ifade eden hadisi Buhari ve Müslim gibi otoriteler rivayet etmiş. Tirmizi’nin rivayetinde ise bu isimler tek tek zikredilmiştir. Bu isimlerden doksan üçü Kur’an-ı Kerim’de yer almış, diğer altı ismin ifade ettiği manalar ise başka kelimelerle yine O’na izafe edilmiştir. Bu liste İslam dünyasında meşhur olmuş, dua ve niyaz amacıyla okunmuş, esma-i hüsna telif türünün planını oluşturduğu gibi hat sanatının da bir konusu haline gelmiştir. Bununla beraber esma-i hüsna ile ilgilenen alimlerin çoğunluğuna göre ilahi isimler bu doksan dokuzdan ibaret değildir. Sayıları ne olursa olsun çeşitli kelime kalıpları ile Allah’a nisbet edilen isimler, şüphe yok ki aşkın yaratıcıyı nitelendiren ve O’nu insan anlayışına yaklaştıran kavramlardır. Naslarda yer alan bu kavramları tereddütsüz benimsedikten sonra kelam alimleri nasla sabit olmayan bir kavramı Allah’a izafe etmenin meşruiyetini tartışmışlardır. Nasların nitelendirdiği genel uluhiyyet anlayışına ters düşmemek şartıyla bunu meşru görenler olduğu gibi doğru bulmayanlarda vardır. Gazzali ile Razi tarafından benimsenen tercihe göre bu noktada “isim” ile “vasıf” birbirinden ayrı düşünülmelidir. Nasla sabit olmayan bir ismi Allah’a nisbet etmek meşru değildir; bununla birlikte uluhiyyete ters düşmeyen bir kavramla O’nu nitelendirmek mümkündür. İsim veya sıfat olarak Allah’a nisbet edilen bütün kavramlar tek bir zatı nitelendirdiğinden tevhidi zedeleyici herhangi bir çokluğa sebep teşkil etmez. Ayrıca bu isim ve sıfatlardan bir kısmının insanlara da verilmesi, onlarla yüce yaratıcı arasında benzerlik meydana getirmez. Çünkü bu kavramların her iki nisbette ifade ettiği anlam ve taşıdığı mahiyet birbirinden farklıdır. Ayrıca Matüridi’nin de güzel bir tahlil ile ifade ettiği gibi insanlar, aşkın varlık, hakkında tecrübe alanının kelime ve kavramları dışında kullanılabilecek bir anlama ve tanıma vasıtasına sahip değildirler. Şu halde O’nu nitelendirmek amacıyla kullanılan kelimeler gerçekte O’nun isimleri olmayıp anlayışımıza yaklaştırıcı ifadelerden ibarettir. Bu ibarelerden bazan uluhiyyete yakışmayacak manalar zihne gelebileceğinden, Allah’ı isimlendirmenin yanında daima bir nefiy cümlesi (Hiçbir şey O’nun benzeri değildir.) mevcut olmuştur. Buna göre tevhid, nefiy içinde ispat ve ispat içinde nefiy tarzında oluşmuştur.

Hz.Peygamber’in tebligatında yer alan ilahi isim ve sıfatlar Kur’an’da ve bazı farklarla hadislerde kullanılmış olan kavramlardır. Bunların her ikisi de vahiy mahsulü olduğuna göre yüce yaratıcı bizzat kendini nitelendirmiş, uluhiyyet konusunda insanları gerektiği kadar aydınlatmıştır. Peygamber’in görevi ise kendisine vahyedilen bu nitelikleri insanlara, tebliğ etmekten ibarettir. Nitekim o bir münacatında Allah’a ait isimlerin bilinme derecelerini sayarken sonuncu derece olarak “yahut gayb ilminde bırakıp kendin için tercih ettiğin isimlerin” demek suretiyle bilmediği ilahi isimlerin de bulunduğuna işaret etmiştir. Şu halde D.B.Macdonald’ın naslarda yer alan ilahi isimlerin seci icabı Peygamber tarafından yapılmış nitelendirmeler olduğunu söylemesi, ilmi dayanaktan yoksun bir iddiadan öteye geçemez. Macdonald bu anlamsız iddiasını ileri sürerken de Müsa ve İsa peygamberler gibi Hz.Muhammed’e de vahiy gelebileceğine hiç ihtimal vermemekte ve Arap şirinde “tavsifi sıfatların canlı ve kuvvetli surette kullanıldığını” belirterek Hz.Peygamber’in de böyle bir edebi güç ve yetenekle Allah’ı nitelendirdiğini ifade etmektedir. Macdonald gibi düşünen ve ilahi vahyi Hz.Muhammed’den kıskanan yazarlara, “Allah peygamberlik görevini kime vereceğini çok iyi bilendir” gerçeğini hatırlattıktan sonra şunu belirtmek gerekir ki o dönemde Arap şiirinde görülen canlı tavsirler büyük çapta tabiata ve maddi varlıklara ait olup aşkın bir varlık olan yaratıcının Kur’an’da görülen incelikte yüzlerce kavramla nitelendirilmesinin unsurlarını Cahiliye şiirinde bulmak mümkün değildir. Kur’an’da çeşitli münasebetlerle esma-i hüsnanın yüzlerce defa tekrar edilişi seci icabı olsaydı bir çok ayetin edebi kompozisyonu, düşünce mantığı ve mana birliği bozulurdu. Halbuki gerek Peygamber asrında gerekse sonraki dönemlerde Kur’an metnine karşı bu tür tenkitlerin yöneltildiği bilinmektedri.

Esma-i hüsna listesinde yer alan doksan dokuz ismi çeşitli şekillerde gruplandırmak mümkündür. Konu ile ilgilenen ve eserleri bize kadar ulaşan ilk dönem kelamcılarından Ebü Abdullah el-Halimi, esma-i hüsnayı Allah’ın varlığını, birliğini, yaratıcılığını, benzersiz oluşunu ve kainatı yönettiğini ifade eden isimler olmak üzere beş gruba ayırmış ve her gruba giren isimlerin ne anlama geldiğini açıklamıştır. Bakıllani, Abdülkahir el-Bağdadi ve daha sonraki bazı müelliflerin de benimsediği bu tasniften hareket ederek isimleri önce, Allah’ın zatını nitelendiren ve kainatla ilgisini belirtenler olmak üzere iki grupta toplamak, sonra da kainat içinde insanın önemi göz önünde bulundurularak Allah - insan münasebetine temas eden isimleri ayrıca inceleme konusu yapmak mümkündür. Ancak Kur’an-ı Kerim’de 2697, hadislerde ise birçok defa geçen Allah lafzının diğer bütün isim ve sıfatların manasını topladığını burada belirtmek gerekir.

1- Zati İsimler. Mutlak manada Allah’ın zatını nitelendiren, insan gönlünü ilahi azamet ve muhabbetle dolduran isimlerdir. Bunların bir kısmı uluhiyyete yakışmayan kavramları ondan uzaklaştıran kelimeler olup zatı “ne olmadığı” (selbi) açısından, bir kısmıda yetkinlik (kemal) ifade eden kelimeler olup onu “ne olduğu” (sübüti) açısından niteler.

Birinci grup zatı isimleri anlatmaya başlamadan önce Türkçe’de çok kullanılan ve Allah’ın varlığını ifade eden hak ismini hatırlatalım. Hak, bütün lugat kitaplarında yer alan “sübüt ve mutabakat” temel manasına dayalı olarak “fiilen var olan, realiteye uygun, gerçek” anlamını taşır ve Kur’an-ı Kerim ile hadisteki kullanılışı bu mananın dışına çıkmaz. Buna rağmen D.B.Macdonald tarafından şöyle bir iddia ileri sürülmüştür: Peygamber, kontrol edemediği bir takım fikirlerin tesiriyle nereye varacağını düşünmediği (!) bazı sözler sarfetmiş. Allah’ın “hak” olduğunu ifade etmiş, fakat bu tabirin ne demek olduğunu araştırmamıştır. Öyle görülüyor ki Macdonald’ın bu iddiası, anlamsız da olsa tenkit ihtiyacını tatmin etmek gibi psikolojik bir fonksiyon icra etmektedir.

a.) Esma-i hüsnanın nitelemesine göre Allah, varlığının başlangıcı olmadığı gibi (evvel) sonu da olmayandır (ahir, baki, varis.). Varlığını ve birliğini birçok delilin bulunması açısından aşikar (zahir), zatının görülmesi ve mahiyetinin bilinmesi açısından gizlidir (batın). Bölünüp parçalara ayrılmaması ve benzerinin bulunmaması anlamında tektir (vahid). Allah arzu ve ihtiyaçları sebebiyle herkesin yöneldiği ulular ulusu bir müstağni (samed), her eksiklikten münezzeh (kuddüs), azamet sahibi (celil), izzet, şeref ve hükümranlık bakımından en yüce, aşkın (ali, müteali), zatının ve sıfatlarının mahiyeti anlaşılmayacak kadar uludur (azim, kebir). Yine bu grup içinde mütalaa edilebilecek isimlerden olmak üzere O, azamet ve yüceliğini izhar eden (mütekebbir), şanlı, şerefli (macid, mecid), azamet ve kerem sahibi (zu’l celali ve’l-ikram) olandır.

b.)  Zati ismlerden sübüti manada Allah’ı nitelendirenler için de şöyle bir sıralama yapmak mümkündür: Ebedi hayatla diri (hay), yenilmeyen yegane galip (aziz, kahhar), her şeye gücü yeten, kudretli (kadir, muktedir, kavi, metin), iradesine her durumda yürüten veya yaratılmışların halini iyleştiren (cebbar), hakkıyla bilen (alim), her şeyin iç yüzünden haberdar olan (habir), her şeyi gözlemiş olarak bilen (şehid), her şeyi tek tek ve bütün ayrıntılarıyla bilen (muhsi), işiten (semi), gören (basir), bütün emirleri ve işleri yerli yerinde olan (hakim), bütün işleri isabetli ve hedefine ulaşıcı, irşad edici (reşid), dilediğini dilediği zaman bulan bir müstağni (vacid), iyilik eden, vaadini yerine getiren (ber), fazilet türlerinin hepsine sahip (kerim), övülmeye layık (hamid), bağışlayan, esirgeyen (rahman, rahim), şefkatli (raüf), ilmi ve merhameti her şeyi kuşatan (vasi), esenlik veren (selam), nurlandıran, nur kaynağı (nür).

2. Kainatı İlgilendiren İsimler. Esma-i hüsna içinde tabiatın yaratılışına, işleyişine temas eden ve ahiret hayatı ile bağlantı kurarak başlangıç ve sonuç (mebde’ ve mead) inancını düzenleyen isimler şöyle sıralanabilir: taktirine uygun bir şekilde yaratan (halik), modeli olmaksızın canlıları yaratan (bari), şekil ve özellik veren (musavvir), eşi ve örneği olmayan ve sanatkarane yaratan (bedi), ilkin yaratan (mübdi), tekrar yaratan (muid), ölümden sonra dirilten (bais), can veren (muhyi), öldüren (mümit), öne alan (mukaddim), geriye bırakan (muahhir), toplayıp düzenleyen, kıyamet günü hesap sormak için mahlükatı bir araya getiren (cami’).

Şu isimler de tabiatın idare edilişindeki ilahi fiil ve müdahaleyi gösterir: Mülkün sahibi (malikü’l-mülk), görünen ve görünmeyen alemlerin sahibi (melik), her şeyin varlığı kendisine bağlı olup kainatı idare eden (kayyüm), kainata hakim olup onu yöneten (vali), kainatın bütün işlerini gözetip yöneten (müheymin), koruyup gözeten ve dengede tutan (hafiz), bedenlerin ve ruhların gıdasını yaratıp veren (rezzak, mukit; ikinci isim “bilip gücü yeten ve koruyan” anlamına da gelir), rızkı genişleten veya ruhları bedenlerine yayan (basit), rızkı tutan veya canlıların ruhunu alan (kabız), tatmin eden (muğni), dilemediği şeyin gerçekleşmesine müsaade etmeyen veya kötü şeylere engel olan (mani’), zarar veren (zar), fayda veren (nafi).

3. İnsanı İlgilendiren İsimler. İnsan kainatın bir parçasını oluşturmakla birlikte ilahi kelamın muhatabı, mukaddes emanetin taşıyıcısı, sorumluluk yüklenen yegane şuurlu varlıktır. İlahi vahyin indirilişi, peygamberlerin gönderilişi, uluhiyyet alemine dair bilgilerin verilişi hep onun içindir. Bu sebeple ilahi isim ve sıfatların insana yönelik anlam ve özelliklerinin büyük bir önemi vardır. İnsanın uluhiyyet anlayışını aydınlatma amacını taşıması açısından bütün bu isim ve sıfatların insanla münasebet halinde olduğunu söylemek mümkündür. Zati isimlerin ışığı altında Allah’ı tanıyacak, kainatın yaratılış ve işleyişini açıklayan isimler çerçevesinde İslam’ın yaratılış felsefesini anlayacak olan yine insandır. Ayrıca doğrudan insana yönelen, muhatap ve mükellef olarak insan unsuru göz önünde bulundurulmadan anlamları tamamlanmayan ilahi isimler de vardır:
Mutlak adalet sahibi, aşırılığa meyletmeyen (adl), adaletle hükmeden (muksıt), son hükmü veren (hakem), yücelten, izzet ve şeref veren (rafi, muiz), alçaltan zillet veren (hafıd, müzil), gözetleyip kontrol eden (rakip), suçluları cezalandıran (müntakım), iyilik kapılarını açan veya hakemlik yapan (fetta
h), hiç bir sorumluluğu kalmayacak şekilde günahları silip yok eden (afüv), bütün günahları bağışlayan (gaffar), kullarını tövbe etmeye muvaffak kılan ve tövbelerini kabul eden (tevvab), yaratılmışların ihtiyacını en ince noktasına kadar bilip sezilmez yollarla karşılayan (latif), yol gösteren, murada erdiren (hadi), acele ve kızgınlıkla muamele etmeyen (halim), dileklere karşılık veren (mücib), kullarına yeten veya onları hesaba çeken (hasib), karşılık beklemeden bol bol veren (vehhab), güven veren, vaadine güvenilen (mü’min) , az iyiliğe çok mükafat veren (şekür), çok sabırlı (sabür), güvenilip dayanılan (vekil), yardımcı ve dost (veli), çok seven, çok sevilen (vedüd). Allah’ın zatını nitelendirenlerin dışında kalan ve çoğunluğu oluşturan isimlerin tamamını, insan da tabiatın bir parçasını teşkil ettiğine göre, Allah-alem münasebetini anlatan kavramlar olarak değerlendirmek mümkündür. Şüphe yok ki Allah’ın masiva ile olan münasebeti yaratıcı-yaratılmış münasebetinden öteye geçmez. Aşkın varlığı nitelendiren, O’nunla madde dünyasındaki ilgiyi anlatan isimlerin mahiyetini anlamak, sınırlı bir idrak kabiliyetine sahip bulunan insan için mümkün değildir. Hz.İbrahim’in, rabbinden ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini dilemesi (el-Bakara 2/260) Hz.Müsa’nın bizzat rabbini görmek isteyip buna muvaffak olamaması (el-A’raf 7/143) ve ilahi kudretin eseri olarak alışılmışın ötesinde olaylar gerçekleştiren asasından ürkmesi (Taha 20/21), peygamberler seviyesinde bile bunun imkansızlığını ispat eden delillerdir. Şu halde problemin tabiatından kaynaklanan bu güçlük dolayısıyla Hz.Muhammed’in tebligatında Allah-alem münasebetini tam açıklığa kavuşturamamış olması yüzünden meselenin felsefe, tasavvuf -ve kelam-mensuplarınca tartışma konusu haline getirilmiş olduğu realitesini tenkide tabi tutmak isabetli olmadığı gibi esma-i hüsnanın çerçevelediği allah-kainat münasebetine göre her şeyi doğrudan doğruya Allah’ın yaptığını iddia ederek melek gibi vasıta varlıkların İslam inancında yer almasının gerektiğini, fakat Peygamber’in, bunları kendi zamanındaki dinin esaslı unsurları olarak bulduğu için kabul ettiğini söylemek de isabetli değildir. İslam itikadına, hatta diğer semavi dinlere göre Allah’ın kudreti ve kainat üzerindeki tasarrufu tamdır. Fakat bu durum O’nun kainatı idare ederken melek gibi bazı vasıtaları kullanmasına da mani değildir. Şunun da belirtilmesi gerekir ki ne Hz.Muhammed ne de Müsa ve İsa gibi diğer peygamberler asla din ve inancın kurucuları değildir, onlar yanlızca dinin tebliğ ediciledirler. Şu halde vahiy mahsulü olan semavi kitaplara herhangi bir filozofun sistemini aksettiren eserler gözüyle bakmak, onların ihtiva ettiği konuların duyular ötesi aleme ait olduğunu ve bilgi vermekten çok irşad amacıyla hitap ettikleri insanın psikolojik özelliklerini göz önüne aldıklarına dikkat etmemek, gerçekten kişiyi burada görüldüğü gibi bariz hatalara sürükler. Allah’ın isimleri içinde yer alan zar ve nafi’ (zarar veren, fayda veren) kelimelerine, ayrıca insana hürriyet tanıyan ayetlerin yanında her şeyi Allah’ın iradesine bağlayan ilahi isimlerin mevcudiyetine bakarak esma-i hüsna arasında çelişen kavramların olabileceğini ileri sürmede de her halde dini metinleri iyi anlayamamak ve özellikle İslamiyet’e vahye bağlı bir din gözüyle bakamamış olmaktan doğmaktadır.
Semavi kitaplar vahye dayandığına göre, onların tahrife uğramamış metinleri yüce yaratıcıyı benzer kavramlara ve aynı mahiyette nitelendirmiş olmalıdır. Çelişkili ve tarafgir bakışlarını İslamiyet’e kendi değişiyle Peygamber’e mal eden Macdonald’ın, vahiy mahsülleri arasında kurulabilecek benzerlikleri de önceki dinlerden aktarma biçiminde yorumlaması, söz konusu edilen yanlış zihniyetin bir başka ürünü kabul edilmelidir. Bu sebeple de, Hz.Peygamber’in hıristiyan çevreleriyle temas halinde olmadığı tarihen sabit olduğu halde, Macdonald’ın, Kur’an’daki nür ve selam isimlerinin esma-i hüsna içinde yer almasını hıristiyan teolojisi ve ibadetlerinin tesirlerine bağlaması fazla yadırganmamalıdır.

Doksan dokuz isimden oluşan esma-i hüsna listesi sevgi ile korku, lutuf ile kahır açısından incelendiği taktirde görülecektir ki bunlardan sadece dört beş tanesi sevgi ve lutufla yorumlanmaya müsait değildir. Şöyle ki, kabız ismi “canlıların ruhunu alan” vd. manalara gelebildiği gibi “onların rızkını tutan, daraltan” anlamına da gelir. Ancak Kur’an-ı Kerim’deki bu kullanılış rızkı genişletmek manasındaki bast kelimesiyle beraber olmuş, hadiste de kabız-basıt isimleri yanyana zikredilerek canlıların rızkını hem daraltan hem de genişleten anlamında bir dengeye işaret edilmiştir. Zararlı şeylerin yanında faydalı olanları da etkili hale getiren zar-nafi’ ile “yücelten-alçaltan” anlamındaki muiz-müzil, rafi’-hafız isimleri de aynı mahiyette bir dengeyi ifade eder. Canlı ve cansız tabiatta gözlenen ve karşılıklı etki tepki ilgileri içinde büyük bir mekanizmanın bir parçasını oluşturan bu dengeyi kurup sürdüren yüce yaratıcıyı bundan dolayı korku ve kahir kavramlarıyla nitelendirmek isabetli değildir. Esma-i hüsna ile ilgilenen alimler zar-nafi’, muiz-müzil gibi dengeli mana ifade eden isimlerin tek başına kullanılmasının hatalı olacağına dikkat çekmişlerdir. Müntakım, “ayıplamak, hoş karşılamamak” anlamındaki nakm kökünden türemiş olup “kötülüğe mukabele eden, suçluyu layık olduğu şeyle cezalandıran” manasına gelir. Ancak Allah’a nisbet edilen intikam kavramında psikolojik tatmin unsuru bulunmaz. Çünkü O’nun cezalandırması kişiyi ıslah etme, toplumun düzenini sağlama ve adaleti tesis etme amacına yöneliktir. Esma-i hüsna hadisin içinde müntakım isminin tevvab ile afüv ve raüf isimleri arasında yer alışı da dikkat çekicidir. Kur’an’da Allah’ı nitelendiren kahir veya kahhar isimleri “yenilmeyen, daima galip gelen” manasında olup Türkçe’deki “yok etmek, ezmek” anlamlarıyla ilgili değildir.

Gerek doksan dokuz isimle gerekse naslarda geçen diğer kavramlarla nitelendirilen Allah’ın, bazı yazarların iddia ettiği “gayur ve müntakım bir hükümdar” şeklinde algılanması, eğer ruh sağlığından yoksun oluşun belirtisi değilse, nasların objektif olarak değerlendirilemeyişinin sonucu olmalıdır. Çünkü Hz.Peygamber’in tebliğ ettiği din, insanoğlunun birçok yaratıktan üstün, asil bir varlık olduğunu ilan etmiş, onun en güzel görünüm ve muhtevaya sahip kılındığını belirtmiş, Adem’i, meleklerin hürmet ve tazim edeceği bir mertebeye yükseltmiştir. İslamiyet, yaratıcısını tanıyan ve O’na yaklaşmak isteyen kişiyi “mümin” ve “müttaki” telakki etmiş, cinsiyetine ve soyuna bakmadan onun Allah nezdinde en değerli insan olduğunu kabul etmiştir. Esma-i hüsna hadisinde de yer alan veli isimden başka Kur’an’da Allah’a nisbet edilen isimlerden biri de mevladır: “Allah’a sarılın, O sizin mevlanızdır. O ne güzel mevla ve ne güzel yardımcıdır. Her iki kelimede “birbirine yakın olmak, peşpeşe meydana gelmek” anlamındaki veyl kökünden türemiş olup “dost” manasını ifade etmekle birlikte mevlada ayrıca “efendi, seyyid” anlamı vardır. Bu sebeple Kur’an’da veli hem Allah’a hem kula nisbet edildiği halde mevla sadece Allah’a izafe edilmiştir. Buna göre Kur’an terminolojisinde Allah’ın dostu, Allah ise müminin dostu, hem de efendisidir. Taşıdıkları temel manaya göre mevla veya veli, aralarına yabancı hiçbir şeyin giremiyeceği (su sızmayacağı) iki dost için kullanılmış olur. Kur’an-ı Kerim bir taraftan mümini Allah’ın, O’nu da müminin dostu ilan ederken diğer taraftan Hz.Peygamber’e davetinin hedefi olarak “yakınlık içinde sevgi”yi esas almasını emretmiştir. İslam’daki Allah inancının bu özelliğini farkedebilen L.Gardet gibi yazarlar Hz.Muhammed’in telkin ettiği tanrının hayır sahibi, bolluk veren ve elçisi vasıtasıyla insanları irşad eden bir tanrı olduğunu ifade etmişlerdir. Yine O esirgeyen, bağışlayan, affedendir. Kuldan istenense O’nun dostluğuna inanıp teslim olmaktır.

İnsan ruhunun yücelişi en büyük yaratıcı ile sevgi münasebeti kurma yoluyla gerçekleşecektir. Ancak muhabbetin yanında dini hayatın takva yönü de vardır. Bilindiği gibi takva vikaye kökünden türemiş olup “sakınma, korunma” anlamına gelir. Ragıp el-İsfahani’nin de kaydettiği üzere takvanın asıl manası “endişe edilen şeyden nefsi korumaktır”. Takva mefhumunun Allah’a nisbet edilmesi hiçbir zaman bizzat korkunç ve tehlikeli bir şeyden korkmak anlamına gelmez. Böyle olsaydı takva sahiplerinin O’na en yakın olan değil, O’ndan en uzak bulunanlar olması gerekirdi. O halde takva, Allah sevgisine engel olacak şeylerden nefsi korumaktan ibarettir. Buna göre takva Allah ile kul arasında sevgi ve dostluğun oluşması ve devam etmesi esasına bağlıdır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, “Allah müttakilerin dostudur” ve O’nun dostları sadece müttakilerdir, fakat insanların çoğu bunu bilmez” denilmektedir. Yünus suresinde iman ve takva sahibi diye nitelendirilen Allah dostları (evliya) için korku ve üzüntünün bahis konusu olmadığı, dünya hayatında da ahirette de müjdeye ve sevince onların hak kazandığı ifade edilmiştir. Fussılet suresinde de iman ve istikamet sahibi olanlar için benzer ifadeler kullanılmakta ve meleklerin hem dünyada hem de ahirette kendilerinin dostu olduğu haber verilmektedir. Bütün bunlar İslam literatüründeki takva teriminin korkudan çok saygıyı ifade ettiğini göstermektedir.