Allah / Birliği
İslamiyet’in tevhid dini olarak tanınması, doğduğu coğrafyada yaygın olan puta tapıcılığı ortadan kaldırmayı hedef almasının yanında, bütün insanlığın hitap etme özelliğiyle, insanlar arasında gerek o çağda bulunan gerekse sonraki dönemlerde ortaya çıkacak olan çok tanrıcı inançlara cephe almak, hatta diğer semavi din mensuplarının ulühiyyet anlayışını tahsis etmek gibi önemli görevleri üstlenmesine bağlı olmalıdır. Kur’an-ı Kerim’in düşünce örgüsünde insana değer verme unsuru çok önemli bir yer tutar. Kişinin kendisi gibi yaratılmış bir nesneyi tanrı diye tanıması, ona insan üstü özellikler vererek tapınması insanlık değerleriyle bağdaşmaz. Çok tanrıcı inancın tenkit edildiği birçok ayette tapınılan şeylerin değersizliğine sık sık dikkat çekilmekte ve özellikle onların yaratma gücünden, hatta insana ait birçok fonksiyondan yoksun olduğu vurgulanmaktadır. Kur’an’ın başlangıç bölümünü teşkil eden Fatiha suresinin her namazda birkaç defa okunmak suretiyle günde yaklaşık kırk defa tekrar edilişinin hikmetlerinden biri, her halde tapınılacak, yardımı istenip sığınılacak varlığın sadece Allah olduğunu kişinin zihnine ve gönlüne yerleştirmekten ibarettir. Kainatı yaratıp geliştiren, koruyup yöneten, engin ve sınırsız rahmetle nitelenen Allah’tan başkasına kulluk anlamında eğilmek, kendini ona bağımlı hissetmek birçok yaratıktan üstün ve şerefli kılınan insanoğluna büyük bir haksızlıktır. Kur’an-ı Kerim, Hz.Lokman’ın oğluna öğüt verirken söylediği hikmetli sözlerinden birini şöyle nakleder: “Allah’a ortak tanıma! Şüphe yok O’na ortak tanımak büyük bir zulümdür.” Birçok ayet de inançsızlığı veya çok tanrıcı anlayışı (şirk), bu zihniyetlerin sahiplerinin kendilerine reva gördükleri bir zulüm olarak niteler. Burada söz konusu edilen zulüm, her şeyden önce insanın kendi şahsiyetini, şerefini ve dolayısıyla insanlık değerini kendi davranışlarıyla yok etmesi anlamına gelir.
Kur’an Allah’ın varlığının insan tarafından benimsenmesini onun selim yaratılışının gereği saydığı gibi O’nun birliğini de aynı mahiyette kabul etmiştir. Bu eski antropolojik teorilerin aksine dinler tarihi alanında yapılan yeni araştırmaların da desteklendiği bir husustur. Ancak O’nun birliğini ifade eden ayetler varlığını belirten ayetlerden çoktur. Öyle görünüyor ki tanrının birliği sonucuna ulaşmak, bu sonuca hem inanç ve düşünce hem de ibadet ve duygularda sadık kalma O’nun varlığını benimsemekten zordur, çünkü tanrının varlığı daha çok aklın fonksiyonunu ilgilendirdiği halde birliği akılla birlikte ve ondan çok iradenin eğitimine ve duygu hayatının geliştirilmesine bağlıdır.
Allah’ın birliğinden bahseden ve çoğu Mekke’de nazil olan ayetler, doğrudan tevhidi telkin edenler veya şirki reddedenler olmak üzere iki grup halinde düşünülebilir. Daha çok vahid, ahad ve vahde kelimeleriyle doğrudan O’nun birliğini ifade eden ayetler hadislerle de desteklenmiştir. Bunların dışında Kütüb-i Sitte’de Allah’ın isimlerinden biri olarak yer alan vitr (tek) kelimesi ve Halim’in kanaatine göre Kur’an’da ve hadiste Allah’a nisbet edilmiş bulunan kafi kelimesiyle O’nun aşkın bir varlık olduğunu ifade eden ali, azim, refi gibi isimler, Allah’ın birliğini doğrudan telkin eden terimlerdir. Bu delillere İhlas suresinin ikinci ayetini de ilave etmek gerekir. Kur’an-ı Kerim’de şirki ve uluhiyet makamına yakışmayan bütün yaratılmışlık, acz ve eksiklik kavramlarını reddetmek suretiyle tenzihi amaçlayan ayetler pek çoktur. Bu tür ayetlerin konu edildiği ve tevhide aykırı olduğu bilinen bütün inançların tarihi oluşumunu inançların taraftarlarını Hz.Peygamberin ilk muhatapları olan İslam öncesi Araplar’ında bulmak mümkün olmayabilir. Çünkü Allah’ın elçisi olarak bütün insanlığa geldiğini ilan eder. Hz.Muhammed’in tebliğ ettiği din belli bir zaman ve coğrafyada ortaya çıkmışsada evrensel mesajlarıyla zaman ve mekan sınırlarını aşmış ve bütün insanlığa hitap etmeyi amaçlamıştır. Şu halde müslüman ve batılı bazı yazarlarda görüldüğü üzere tevhid ve tenzih ayetlerinin red ve tenkit açısından konu edindiği inançların hepsini Cahiliye Arapları’nda aramak, bunun için uzak yorumlar yaparak tahminler yürütmek isabetli bir metot sayılmamalıdır.
Allah’a nisbet edilen “bir”lik, herhangi bir sayı dizisinin ilk basamağı anlamına gelmez. Buradaki bir, “cüzlerden olmuş (mürekkeb) bir varlık olmayan, benzeri ve dengi bulunmayan, yegane tapınılacak varlık” demektir. Tevhidin uluhiyyet ve rubübiyyet alternatifleriyle ele alınarak işlenişi erken dönemlerde başlamış olmalıdır. Tevhid-i ulühiyyetten maksat Allah’ın zatında,sıfatlarında ve fiillerinde bir, yegane ve benzersiz olduğunu kabul etmek, tevhid-i rubübiyyet de O’ndan başkasına tapınmamak ve sığınmamaktan ibarettir. Bu tevhidlerin her ikisini Fatiha suresinin 5. ayetiyle birlikte kelime-i tevhid de bir araya toplamıştır. Çünkü kelime-i tevhidde geçen “ilah” kelimesi müslümanlar arasında genellikle “mabud” (tapacak) manasına alınmış ve cümle “Allah’tan başka tapınılacak yoktur” tarzında anlaşılmıştır. Bundan dolayı Yüsuf ed-Dicvi’nin bu tür tevhid anlayışını İbn Teymiyye’ye mal etmesi ve tenkide tabi tutması isabetli değildir. Tevhidi ulühiyyet ve rububiyyet şeklinde açıklayan birçok ayet vardır. Burada Hz.Peygamber’in Kur’an’ın üçte birine denk tuttuğu ihlas suresinde temas etmekle yetinelim: “De ki O Allah birdir. Allah her şeyden müstağni, fakat her şey ona muhtaçtır. Doğurmamış ve doğmamıştır. Hiçbir kimse onun dengi değildir.” Sürenin ilk ayetinde Allah’ın birliği doğrudan doğruya ifade edildikten sonra sıfatlarıyla birlikte zatının varlığı ve bekası, ayrıca fiillerini yürütmesi açısından kimseye muhtaç bulunmadığı, aksine her şeyin kendisine muhtaç olduğu vurgulanmış, gerek nesep yoluyla gerekse dengi, benzeri bulunmak gibi başka yollarla ulühiyyet ve rubübiyyette çokluğun mümkün olmadığı açık ve güçlü ifadelerle dile getirilmiştir.İhlas süresi islam öncesi Arapları’nın puta tapıcılığını reddettiği gibi yüce tanrının sıfatlarında antropomorfizme düşen Yahudiliği ve Allah ile birlikte Hz.İsa ve Rühulkudüs’ü de tanrılaştıran hıristiyan inancını tashih etmiş, bir benzersiz ve müstağni olma prensiplerine ters düşen bütün inançları batıl ilan etmiştir.
İslam literatüründe tevhide aykırı inanışlar, geniş anlamlı bir kavram olan şirk kelimesiyle ifade edilmiştir. Şirki de tevhidde olduğu gibi ulühiyyet ve rubübiyyet kavramları karşısında iki grup halinde incelemek mümkündür. Muhtelif ayetlere göre ulühiyyette şirk Allah’a ortak tanımaktır ki bu şerik (ortak), küfüv, küf (denk, benzer) veli veya vali (dost, efendi), nid (özünde benzeri), şefi (şefaatçı, aracı, yardımcı) ve şehid (şüheda şeklinde çoğul olarak, yardımcı, lehte şahitlik yapan, moral veren) kelimeleriyle ifade edilmiştir.
Bu tür şirkin kapsamına giren varlıkların tam olmasa bile kısmi bir tanrılık fonksiyonuna sahip bulunduğuna inanılır. Birçok ayette bu tür inançlar kesinlikle reddedildiği gibi söz konusu ortakları cismani olarak temsil eden putlarda şiddetle yerilerek din dışı ilan edilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de Hz.Nüh’un kavmi ile Cahiliye Arapları’nın bazı putlarının isimleri anıldıktan başka genel anlamda putlar için ilah (alihe, tanrılar), sanem (asnam), vesen (evsan), timsal (temasil, heykel), ünsa (inas dişi, güçsüz) gibi kelimeler kullanılmıştır. Birçok ayette tevhide aykırı kavramlar olarak yer alan bu kelimeler aynı mahiyette hadislerde de geçer. Yahudilerin Uzeyr’i hıristiyanların Mesih’i Allah’ın oğlu kabul etmeleri Cahiliye Arapları’nın aslında kız evlattan hoşlanmamalarına rağmen melekleri Allah’ın kızları saymaları Kur’an’da tenkide tabi tutulur ve zevcesi (sahibe) olmayan yüce yaratıcıya evlat nisbet etmenin aklı selim ile bağdaşmadığına dikkat çekilir. Dinler tarihinde mevcudiyeti bilinen Cahiliye Arapları’nda da belirtilerine rastlanan ay, güneş ve yıldızların takdis edilişi de tevhidle bağdaşmayan batıl inançlardan kabul edilir. Halbuki takdis edilmek istenen güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar ve hayvanlar dahil olmak üzere kainattaki her şey Allah’a secde eder, bu secdeden sadece bir grup insan istisna edilebilir. (el-Hac 22/18) “Gece, gündüz, güneş, ay Allah’ın varlığını ve birliğini ispat eden belgelerindendir. Siz eğer ona kulluk etmek istiyorsanız güneşe, aya değil bunları yaratan Allah’a secde edin.” (Fussilet 41/37)
Duyularla idrak edilemeyen cin ve melek gibi bazı varlıkları veya görülebilir türden olsa da ölmek suretiyle duyu sınırlarının ötesine göçen saygıya değer canlıların ruhlarını takdis etmek, onları temsil eden heykelleri putlaştırmak, Cahiliye Arapları’nda ve diğer bazı milletlerde görülen bir inanç şeklidir. Oysa İslamiyet her şeyin Allah’ın mahluku olduğunu ilan etmiş, hiçbir kimseye ne hayatında ne de ölümden sonra beşer olmanın ötesinde vasıflar nispet edilemiyeceğini ve insan üstü saygı gösterilemiyeceğini bildirmiştir. Bu sebepledir ki Hz.Peygamber, tevhid inancının henüz tam yerleşmediği ilk dönemlerde kabir ziyaretini yasaklamış, daha sonra da kabirlerin temiz, bakımlı olmasını ve muhafaza altına alınmasını tavsiye etmekle beraber ibadet yeri haline getirilmesini, hatta orada hayvan kesilmesini menetmiştir. Aynı şekilde ne kadar saygıya değer olursa olsun Allah’tan başka her hangi bir şey üzerine yemin edilmesini yasaklamış, Hz.Ömer’in Cahiliye’den kalma bir alışkanlıkla babasının adına yemin ettiğini duyunca, “Allah atalarınız adına yemin etmenizi yasaklamıştır; yemin edecek kimse Allah adına yemin etmeli veya susmalıdır.” demek suretiyle onu ikaz etmiştir. Abdullah b.Ömer de “Kabe hakkı için diye yemin eden kimseye müdahalede bulunarak “Kabenin rabbi hakkı için” demesini tavsiye etmiştir. İslam dininde Allah adına kesilmeyen hayvan etinin yenilmemesi de aslında tevhid inancı prensibine bağlıdır. Çünkü diğer inanışlarda olduğu gibi Cahiliye inanışlarına göre de tanrılara ve onların temsilcisi sayılan çeşitli putlara adaklar adanır, onlar adına kurbanlar kesilir, hayvan eti gibi faydalanılacak besinlerle tanrılar arasında türlü bağlantılar kurulurdu. Kur’an-ı Kerim’de yenmesi yasaklanan besinler belirtilirken Allah’tan başkası adına kesilen hayvanlar da sayılmıştır. Fıkıh alimlerinin tamamına yakın bir çoğunluğu, hayvan kesilirken besmelenin unutulmasını sakıncalı görmemiştir. Hatta Şafii fakihleri ile İmam Ahmed ve Malik’ten gelen bir rivayete göre besmelenin kasten terkedilmesinde de mahzur yoktur. Çünkü yasak olan, hayvanın Allah’tan başkası adına kesilmesidir, müslümanın böyle bir inanç taşıması söz konusu değildir. Başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere naslardan çıkarılan ve bütün müslümanlar tarafından samimiyetle benimsenen inanç prensiplerine göre Allah’tan başka en çok hürmet edilecek olan varlık Hz.Muhammed’tir. Hatta Allah’ı sevmenin belirtisinin, O’nun lutüf ve affına erişmenin yolunun Hz.Muhammed’e uymaktan ibaret olduğu ifade edilmiş. Peygamber’e itaat etmenin Allah’a itaat anlamına geldiği belirtilmiştir. Bununla birlikte Allah ve Resulü’nün hukuku kesin çizgilerle birbirinden ayrılmış, resulde beşer olmanın fevkinde ilahi hiçbir özelliğin bulunmadığı ısrarla dile getirilmiş, geçmiş peygamberlerin de aynı özellikleri taşıdıkları ve kendilerinin de bunu ümmetlerine telkin ettikleri ifade edilmiştir. Kur’an’da “Allah” ve Hz.Muhammed kasdedilerek “resul” kelimeleri yanyana zikredilirken her birine karşı müminlere düşen vazifeler şu şekilde belirlenmiştir: Allah’a ve, yaratıcısı ve yöneticisi olarak dünyanın, ceza ve mükafat vericisi olarak ahiretin sahibi aşkın varlık olarak, resulüne de O’nun talimatını insanlara getiren ve uygulayan örnek insan olarak inanmak; Allah’a tapınmak ve ondan korkmak, resulüne itaat, yardım ve tazim etmek. Hire halkının kendi liderlerine secde ettiklerini gören Kays b.Sa’d, Hz.Peygamber’in secde edilmeye daha layık bir lider olduğunu düşünerek bunu kendisine teklif etmiş, o da Allah’tan başkasına secde edilemiyeceğini belirterek kendisine secde edilmesini kesin olarak yasaklamıştır. Tevhid dinine bağlı olmalarına rağmen hıristiyanların Hz.İsa’ya insan üstü vasıflar atfetmeleri karşısında Hz.Muhammed ümmetini uyarmış ve şöyle demiştir: “Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı insan üstü vasıflarla övdüğü gibi siz de beni övmeyin. Ben sadece Allah’ın bir kuluyum. Benim için Allah’ın kulu ve resulü deyin.”
Başta tefsir, hadis, kelam, İslam felsefesi tasavvuf olmak üzere birçok bilgin, Allah’ın birliğini naklin yanı sıra akli delillerle de ispatlamaya çalışmıştır. İslam düşüncesine bağlı muhtelif sıfatlar konusunda göze çarpan fikir ayrılıkları, duyu organlarıyla idrak edilemeyen Allah’ın sadece zihni bir varlıktan ibaret olmayıp fiilen de mevcut bulunduğunu sıfatlarıyla ispat etmenin yanında, O’nu birliğini zedeleyecek her türlü ortaklık ve benzerlikten tenzih etme düşüncesine dayanmaktadır.
Kelam alimleri Allah’ın birliği konusuna genellikle iki açıdan bakmışlardır: Zatı itibariyle tek ve ortaksız olması, sıfatları açısından O’nunla yaratılmışlar arasında benzerliğin bulunmaması, İmam-ıAzam Ebü Hanife el-Fıkhü’l-ekber’inde, Allah Teala’nın, ortağı bulunmamak anlamında bir olduğunu belirttikten sonra İhlas suresini delil olarak getirmiş ve O’nun cisim veya araz olmadığını, denginin veya zıddının (rakibinin) söz konusu olamayacağını, ne kendisinin herhangi bir şeye ne de herhangi bir şeyin kendisine asla benzemediğini ifade etmiştir. Sünni kelamın kurucularından Ebü Mansur el-Matüridi tevhidin tarihi, akli ve kozmolojik delillerle sabit olduğunu söyledikten sonra tarihi delil olarak, çoğulcu bir inanca sahip olanlar da dahil olmak üzere, Allah’ın varlığını benimseyen her kesin aslında tek tanrı anlayışını da benimsemiş olduğunu belirtir. Tevhid ehlinin benimsediği yüce tanrıdan başka ciddi anlamda tanrılık iddaasında bulunan, tanrılığını belgeleyecek fiiller işleyen veya mücizelerle donanmış peygamberler gönderen birinin ortaya çıktığını tarih kaydetmemiştir. Matüridi tevhid için ileri sürdüğü akli delili, konu ile ilgili ayetlerin istidlal biçimine dayandırmıştır. Bu ayetlerden biri (el-Enbiya 21/22) göklerde ve yerde yani tabiatta Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı tabiat düzeninin bozulacağını ifade eden ve kelam literatüründe “buhran-i temanu” diye anılan delilin kaynağını oluşturur. Diğerleri de aynı konuda sık sık zikredilen şu ayetlerdir: “De ki, eğer iddia ettikleri gibi Allah’la beraber başka tanrılar bulunsaydı, o taktirde onlar yüce kudret sahibi Allah ile mücadele etmenin yolunu araştırırlardı” (el-İsra 17/42). “Allah evlat edinmemiştir. O’nunla birlikte başka bir tanrı da yoktur; eğer öyle olsaydı her bir tanrı kendi yarattığı ile başbaşa kalır ve tanrıları birbirine üstün gelmeye çalışırlardı.” (el-Mü’minün 23/91) “Yoksa Allah’a O’nun gibi yaratan ortaklar buldular da yaratış, kendilerine, birbirine benzer mi göründü?” (er-Ra’d 13/16) Matüridi’nin kaydettiği kozmolojik delil de tabiatta gözlenen düzen esasına dayanır. O bununla ilgili olarak çeşitli örnekler verdikten sonra halik ile mahlük arasında düşünülecek her türlü benzerlik iddiasını muhtelif delillerle reddeder. Sünni kelam ekolünün diğer temsilcisi olan Eş’ari’ye gelince, o da biraz önce söz konusu edilen tevhid ayetlerine dayanarak Matüridi’de olduğu kadar güçlü olmasa da zat-ı ilahiyyenin birliğini ispata çalışır, sıfatları da onunla yaratıklar arasında hiçbir benzerlik bulunmadığını kaydeder.
Maturidi ve Eş’ari’den sonra gelen kelamcılar Allah’ın birliği konusunu işlemeye devam etmişler ve istidlallerini genellikle Enbiya suresindeki (21/22) ayete dayandırarak temanu’ delilini kullanmışlardır. Halik ile mahlük arasında hiçbir benzerlik bulunmadığı konusunda da “tenzih ayeti” diye tanınan Şüra suresindeki ayete (“Hiçbir şey O’nun benzeri değildir.” 42/11) dayanarak oldukça farklı ispatlar yapmışlardır. Yeni ilm-i kelam dönemi kelamcılarının ispatlarıda aynı mahiyettedir.
Mu’tezile’nin Allah’ın birliği konusunda titiz davranan bir kelam ekolü olduğu ve bu sebeple de sadece zihinde olsa zat-ı ilahiyyeden ayrı düşünülebilecek olan mana sıfatlarını kabul etmediği bilinmektedir. Mu’tezile kelamcıları da tevhid konusunu, hem Alalh’ın birliği hem de yaratılmışlarla O’nun arasında hiçbir benzerliğin bulunmayışı açısından Sünni kelamcılar paralelinde ele alarak işlemişlerdir. İrade sıfatı konusunda farklı anlayışlarına dayanarak temanu’ delilinin kendileri için isabetli bir sonuç vermeyeceği tarzında Cüveyni tarafından Mu’tezile’ye yöneltilen uzun tenkitler daha çok tartışma tekniğiyle ilgili olup onların tevhid anlayışına gölge düşürecek nitelikte görünmemektedir. Yine Mu’tezile’nin ihtiyari fiillerde kula serbest irade tanıyarak onu fiilinin halikı kabul etmesi tevhid inancına zarar getirmez. Şia kelamcılarının anlayışı da Mu’tezile paralelinde görünmektedir.
İslam filozofları da Allah’ın birliği konusuna özel bir ilgi göstermişlerdir. Kindi Allah’ın varlığı için kullandığı hudüs delilinin sonunda yaratıcının tek veya çok olma alternatiflerini tartışır. Yaratıcı birden fazla düşünüldüğü taktirde, bunlardan her birinin birleşik (mürekkeb) bir varlık olması gerekir. Çünkü tanrı olmaları sebebiyle her birinin yaratıcılık gibi müşterek, fakat kendine has bir şahsiyete ve dolayısıyla çokluğu (taaddüd) sağlayan özel bazı vasıfları bulunmalıdır. Bu genel ve özel vasıflar da birleşik varlıklar haline getirir. Her birleşik varlık, unsurlarını bir araya getirip kendisini oluşturacak başka bir varlığa muhtaçtır. O varlık eğer tek ise işte ilk yaratıcı odur; değilse bir önceki alternatif devreye girer ve bu durum sonsuz olarak devam eder. Bu ise aklın kabul etmeyeceği bir şeydir. Şu halde Allah birdir, yaratılmışlara benzemez, Allah yaratıcı, diğer varlıklar yaratılmıştır. Allah baki, diğerleri ise fanidir. Kindi’nin kullandığı bu delil sonraki filozoflar tarafından da benimsenmiştir. Farabi, Allah’ın en kamil bir mevcudiyetle var olduğunu belirttikten sonra Kindi’nin metodunu kullanarak Allah’ın birliğini ispat eder. O ayrıca Allah’ın ekmel-i vücud ile var oluşunu O’nun birliği için de delil kabul eder. Çünkü bir şeyin dengi veya benzerinin bulunması onun ekmel oluşuna aykırı düşer. Farabi Allah’ın her yönüyle benzerinin bulunmayışı açısından da bir olduğunu ispat etmeye çalışır. İbn Sina, Allah’ın birliğini O’nun varlığını ispat etmek için esas aldığı “vacibü’l-vücüd-mümkinü’l-vücud” kavramlarına dayandırmıştır.
Kelamcılara karşı tenkitçi bir tavır takındığı bilinen İbn Rüşd, Allah’ın birliğini ispat etmek için Matüridi’den itibaren istidlal kaynağı olarak başvurulan tevhid ayetlerini delil getirdikten sonra kelamcılar tarafından işlendiği şekliyle temanu’ delilinin halk tarafından anlaşılamayacağını ve bu delil ile istenen sonuca ulaşılamayacağını söylemiştir. İbn Rüşd, Matüridi gibi Enbiya suresindeki ayetten (21/22) ilham alarak Allah’ın birliğinin ispatını evrenin şu anda sahip olduğu nizam esasına dayandırmak istemiştir.
Allah’ın bir olduğu ve O’nunla yaratılmışlar arasında zat ve sıfatlar açısından herhangi bir benzerliğin bulunmadığı inancı, müslümanların hem alimleri hem de büyük halk kitleleri tarafından İslam tarihi boyunca benimsenmiş bir akidedir. İslamiyet’in tevhid dini oluşu, denilebilir ki, bu tarihi realite ile de ispat edilmiştir. Duyularla idrak edilemeyen yüce bir zatın, bir taraftan bilinip tanınması ve evrenin yaratıcısı olarak kabul edilmesi, diğer taraftan tek ve benzersiz oluşunun kavranılması gerçeği karşısında İslam düşünce tarihinde farklı iki görüşün ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştur. Bunlardan birine göre yüce yaratıcının fiilen var olduğunu, insan ve kainatla münasebet halinde bulunduğunu kavrayabilmek için, O’nu insan anlayışının alanına giren bazı sıfatlarla nitelendirmek gerekir. Bu nitelendirme, tanrılıkla bağdaşmayan bazı kavramları O’nun zatından uzaklaştırmak ve kemal ifade eden bazı kavramları O’na nisbet etmek şeklinde olur. Diğer görüşe göre ise Allah’ın tek ve benzersiz olduğu inancını zedelememek için O’nun zatına herhangi bir kavram nisbet etmemek ve zatı sadece olumsuz kavramlardan tenzih etmek lazımdır. Çeşitli kelam, felsefe ve tasavvuf ekollerine bağlı olan veya ihtiyatlı davranan gruplar arasında İslam düşünce tarihi boyunca ortaya çıkan tartışmaların üslübu ne olursa olsun, ciddi sayılabilecek hiçbir düşünce grubu Allah’ı, sadece zihinde bulunan ve hiçbir sıfatla nitelendirilemeyen bir varlık olarak kabul etmemiş, buna karşılık O’nu selbi ve sübüti sıfatlarla vasıflandıranlar da hiçbir zaman zat-ı ilahiyyeyi beşeri ve maddi bir çerçeve içinde mütalaa etmemiştir. Bundan dolayı Allah’a nisbet edilen kayyüm, evvel, ahir, zahir, batın sıfatlarından, İslam Ansiklopedisindeki ALLAH maddesinin ilmi tarafsızlıktan uzak saygısız bir ifade ile kaleme alan, bu sebeple de sık sık ithamlarının cevaplandırılmasına mecburiyet hissedilen D.B. Macdonald’ın anladığı müşahhas manayı hiçbir müslüman anlamamıştır. Kur’an-ı Kerim’de yer alan ve vahiy diliyle Allah’ın nitelendirilmesinden ibaret bulunan bu tür sıfatların, “Peygamber’in ateşin muhayyilesi”nin ürünü olabileceğine, diğer peygamberler gibi Hz.Muhammed’e de vahyin gelebileceğini bir türlü kabul edemeyen Macdonald çizgisindeki müsteşriklerden başka kimse ihtimal vermemiştir. Yine bazı Batılı yazarların zannettiği gibi hacca giden müslümanların orada Kabe’ye tapınmaları söz konusu değildir. Bilindiği gibi mabedler tapacak değil tapınaktır. Kur’an-ı Kerim’de, “Mescidler Allah’ındır. Öyleyse oralarda Allah’la birlikte başka bir şeye tapmayın” denilmek suretiyle müslümanların ibadet yerlerinde haça, putlara ve diğer şeylere tapmaları yasaklanmış, gerçekte de onlar bu tür yanlış inançlardan sakınarak tevhidin gereğini daima yerine getirmişlerdir.