Aşağıdaki yazı hiç bir yorum yapılmadan, bu sitede bazı yazılara kaynak olarak gösterilmesi açısından doğrudan Diyanet Vakfı Yayınlarından olan İslam Ansiklopedisinden alınmıştır.
Diyanet Vakfı
İslam Ansiklopedisi 2.CİLT
(Syf. 471-501)
Kainatı yaratan ve idare eden en yüce varlık.
A-) Etimoloji, Allah
kelimesinin etimolojisi üzerinde İslam bilginleri, Arap dili uzmanları ve
müsteşrikler tarafından farklı görüşler ileri sürülmüştür. Kelimenin herhangi
bir kökten türemiş olmayıp sözlük manası taşımadığı ve gerçek mabudun özel
adını teşkil ettiği, yahut sözlükte bir anlamı olsa bile gerçek mabuda ad olunca
bu anlamı kaybettiği genellikle benimsenmektedir. Bununla birlikte onun çeşitli köklerden türemiş olabileceğini
söyleyenler de vardır. Bu ikinci gurubun görüşleri şöyle özetlenebilir:
a) İlah kelimesinden türemiş olup başına harf-i ta’rif getirilmiş, bir taraftan
el-ilah şeklinde dildeki yerini almışken diğer taraftan kullanım sırasında dile kolaylık sağlamak maksadıyla asıl
kelimenin hemzesi kaldırılmış, lamlar birleştirilmiş (idgam) ve azamet ifade eden
kalın bir ses verilerek Allah tarzında okunmuştur. İlah kelimesi ise “kulluk
etmek” manasındaki elehe-ye’lehu veya “hayret ve şaşkınlık içinde kalmak, gönülden bağlanıp sığınmak”
anlamındaki elihe-ye’lehu ve velihe-yevlehu kökünden ism-i mef’ul manasında bir
mastar olup “tapınılan, yüceliğinin karşısında hayrete düşülen, gönülden
bağlanılıp sığınılan” manalarını ifade eder. Ancak ilah, hak mabud için olduğu gibi batıl tanrılar için de
kullanılmıştır.
b) “Gizlenmek, duyu idrakinin fevkinde olmak”
anlamındaki lahe-yelihu kökünden leyh-lah kelimesinden türemiş olup “duyu idrakinin
ötesinde bulunan” demektir. Lah kelimesinin başına harf-i ta’rif getirilerek lamlar
birleştirilmiş ve Allah kelimesi elde edilmiştir.
c) Daha çok yabancı yazarların gösterdiği bir temayüle göre Allah lafzı, Cahiliye
Araplar’ının putlarından olan el-Lat veya Aramice elaha kelimelerinden
alınmıştır. Allah kelimesinin etimoloji hakkında ileri sürülen ve sayısı otuza
yaklaştığı kaydedilen eski farklı görüşler ve bunlara ilave olarak öne sürülen
yeni iddialar başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere İslam literatürünün sunduğu Allah
anlayışı karşısında fazla bir önem taşımaz. Bununla birlikte ortaya konan bütün
görüş ve iddialar bir arada değerlendirildiği taktirde kelimenin zengin manalı ve
Arapça asıllı ilah lafzından türemiş olduğu kanaatı ağır basacaktır. Allah
kelimesi öncesi Arap dili ve edebiyatında “ilah, tanrı” anlamında kullanılmış
ise de bu kullanımın konu ile ilgili İslami nasların semantik örgüsünden
anlaşılan Allah kavramıyla münasebeti yok denecek kadar azdır. İslam bilginleri bu
kelimenin tarifini, aynı anlama gelen bazı kelime farklılıklarıyla şu şekilde
yapmışlardır: “Allah, varlığı zorunlu olan ve bütün övgülere layık bulunan
zatın adıdır. Tarifteki “varlığı zorunlu olan” kaydı, Allah’ın yokluğunun
düşünülemiyeceğini, var olmak için başka bir varlığın desteğine muhtaç
olmadığını ve dolaylı olarak O’nun kainatın yaratıcısı ve yöneticisi
olduğunu: “bütün övgülere layık bulunan” kaydı ise yetkinlik ve aşkınlık
ifade eden isim ve sıfatlardan nitelendiğini anlatmaktadır. Allah kelimesi naslarda bu
tarifin özetlediği bir kavram haline gelmiş, gerçek mabudun ve tek yaratıcının
özel ismi olmuştur. Bu sebeple O’ndan başka herhangi bir varlığa ad olarak
verilmemiş gerek Arap dilinde gerekse bu lafzı kullanan diğer müslüman milletlerin
dillerinde herhangi bir çoğul şekli de oluşmamıştır.
B-) Çeşitli Dinlerde Allah İnancı. Allah inancı ilkel dinlerde ve diğer inanç sistemlerinin hemen hepsinde vardır. İlkel din araştırmaları için uygun bir alan olduğu kabul edilen Avustralya’da sürdürülen araştırmalar sonunda ilk inanışlar için fetişizm, totemizm ve animizme dayalı olarak yapılagelen antropolojik açıklamalara bir yenisi ilave edilmiştir. Yaşayan en düşük kültür seviyesine, düşünce şekillerinin en uzak eskiye dayanan kalıplarına ve beşeri hayatın en kaba şekline rastlanan Avustralya’nın güneydoğusundaki ilkel kabileler üzerinde yapılan son çalışmalar, onların yüce bir varlığa inandıklarını ortaya koymuştur. Eski antropolojik teorilerde açıklanmasına imkan bulunamayan bir inanışa göre ölüm öncesinden itibaren var olan yüce tanrı (kamunun babası) göklerin üzerinde varlığını hala sürdürmekte, insanları ve davranışlarını gözetmektedir. Atnatular’ın inancına göre ise varlığı kendinden olan, göklerde ikamet eden, lutufkar ve ezeli bir tanrı mevcuttur. Dinler tarihi alanında yapılan bu tür yeni araştırmalar, ilkel inanışlara Allah’ın birliğine dayalı bir telakkinin bulunduğunu, politeizmin bir saplama olarak sonradan ortaya çıktığını belgeler durumundadır. Bu sonuç semavi kitapların beyanına da uygun düşmektedir.
Asur-Babil dininde çok tanrıcı bir inanç sistemi tesbit edilmekle birlikte özellikle Asurlular’ın inanışına göre küçük tanrılar, yüce tanrı Asur’un karşısında gerçek birer varlık olmayıp sanki onun farklı isimler almış görünümlerinden ibarettir.
Budizim’de tanrı inancının bulunmadığı söylenirse de aslında konu o kadar açık ve kesin değildir. Gerçi mevcut bilgi ve belgelere bakılırsa Buddaha’nın kendisi duyular ötesi alem, vahiy ve ahiret gibi teolojik konulara iltifat etmemiş, eski Hint Sankhya felsefesine uyarak kainatta ilahi müdahalenin bulunmadığı izlenimini vermiştir. Fakat Budizm metinlerinin Buddaha’nın yaşadığı dönemden asırlarca sonra redakte edildiği unutulmamalıdır. Ayrıca onun bu tutumundan ateizim sonucu çıkarılmasının doğru olmadığı ve talebelerinin de böyle bir sonuca varmadığı bilinen bir gerçektir. Sonraki gelişmelerde Budizm’in tanrı anlayışına yer verdiğini, hatta Buddaha’nın kendisinin bile tanrılaştırıldığını belirtmeliyiz.
Çin dinlerinde önceleri monoteizmi andıran bir tanrı inancı hakim iken sonraları Shangti adlı semavi tanrının yanısıra gök ve yer ruhlarının mevcudiyeti kabul edilip bu ruhlar tanrılaştırılmış ve böylece çok tanrıcı anlayışa kaymalar olmuştur. Bununla birlikte Çin’de tek tanrı inancının dejenere edilmesine karşı sık sık tepkiler de meydana gelmiştir.
Eski Mısır dininde güçlü bir tanrı inancının bulunduğu şüphesiz olmakla birlikte bunun tek tanrıya mı, yoksa bir nevi çok tanrı (hénothéisme = her kavim için bir tanrı inancı) esasına mı dayalı olduğu hususu araştırmacılar arasında tartışma konusudur. Mısır metinlerinde nitelendirilen tanrı, “herşeyi yaratan, ezeli, dehrin sahibi, ilmi sınırsız, görünmeyen ama duaları kabul eden…” ulu bir varlıktır. Ancak bu vasıflar birden fazla tanrıya da yöneltilmiştir. Bu ikinci derecede tanrılar, tek tanrının çeşitli isimleri ve tecellileri olarak da kabul edilebilir. Nitekim Kur’an’da Hz.Yüsuf’un Mısır hapisanesindeki mahkumlara hitaben söylediği, “Allah’tan başka taptıklarınız sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimlerden başka bir şey değildir.” mealindeki sözüde bu son görüşü destekler mahiyettedir.
Eski Yunan tanrı anlayışına politeizm hakimdir. Bu inanışın çeşitli kavim ve milletlerin tesiri altında oluştuğu kabul edilebilir. Homeros’un şiirlerinde tanrılar “ölümsüz, acı ve üzüntüden uzak, ölümsüzlük sağlayan gıdalarla beslenen, kendi hallerinin dışındaki kılıklarla görünen, iyilikle davranan, ancak yeminini bozan ve yabancılara eziyet eden kötü kimseleri de cezalandıran” varlıklar olarak nitelendirilir. Sokrat öncesi düşünce sistemlerinde tanrı anlayışında mücerrede doğru gelişmeler kaydedilir. Sokrat tanrılara ahlaksızlık yakıştırmalarını (isnatlarını) tenkit etmiştir. Eflatun ise geleneksel Yunan tanrılarına atıflarda bulunmuşsa da felsefesinde yer verdiği semavi varlıkların mahiyeti bu tanrılarla uyum göstermemektedir. Onun asıl teolojisinde tanrı aşkın ve üstün özellikler taşır. Bu teolojisinin ise gerçek bir monoteizmin işaretlerini taşıdığını belirtmeliyiz. Aristo’nun sisteminde tanrı hareketin sebebi ise de kendisi hareket etmez. Tabiat bilkuvve ilahi olup varlık tohumunu tanrıdan alır ve kendini yüksek formlarla gerçekleştirir. Bu noktada Grek dini geleneksel dinden sapar ve yeni bir özellik kazanır.
Hint dininin en eski metinlerinde ilkel bir tabiata tapınma karakteri göze çarpar. Bütün tabi güçler şahıslaştırılmıştır; gök tanrısı, fırtına tanrısı, ateş tanrısı gibi. Sonraki dönemlerde bu inanış daha mücerred ve mistik bir karakter kazanarak felsefi ve panteistbir şekle bürünür. Kutsal kitaplarından Rig-Veda’da en yüce ve en yetkin sıfatlar eşi ve benzeri olmayan tek bir tanrıya aittir. Fakat başka tanrılara da eşi ve benzeri olmama özelliğinin sık sık izafe edildiği görülür. Milattan önce VII-VI. yüzyıldan itibaren Hint dinine rahiplere bağlı katı merasimcilik giymiş, Veda’lardaki maneviyat geri planda kalmıştır. Bunun sonucunda şekilciliğe karşı isyan biçiminde gelişen tepkiler Hinduizm’de inkarcı ve meteryalist akımların oluşmasına yol açmıştır. Daha sonra Upanişadlar’ın etkisiyle Brahmalar şekilcilikten sıyrılıp aşkın hakikatler üzerinde düşünebilmiş, ibadetlerini de buna paralel olarak geliştirmişlerdir. Bugün Hindistan’ın çoğunluğunu oluşturan muhtelif unsurların çok farklı inançlara sahip olması, halkın genel olarak bir konuda - mesela Allah’ın varlığı konusunda - ne düşündüğünü tesbit etmeyi güçleştirmektedir. Bununla birlikte halkın yüce bir tanrı hakkında ve onun sıfatları konusunda umumi bir kanaate sahip olduğunu söylemek mümkündür.
Zerdüştilik öncesi İranlılar Ari ırk olarak Hindülar’la temelde aynı inancı paylaştılar. Zerdüşt’ün getirdiği anlayışa göre ise tanrı (Ahura Mazda) yüce bir tek olup cevheri maddi değildir; rahim ve alim, her yerde hazır ve nazırdır; değişmeye tabi değildir. Ancak Ahura Mazda’nın kudreti bir anlamda sınırlıdır. Çünkü mahiyeti bakımından ona tamamen zıt ruhani güç daha vardır ki belli bir süre içinde Ahura Mazada’nın işlerine karşı gelip kötülüklere yol açabilir. Daha sonra kaleme alınan dini metinlerde Ahura Mazda yüceliğini korumakla birlikte mutlak birliğini kaybetmiştir. Klasik anlayışta tanrının sıfatları olarak geçen özellikler şahıslaştırılmış ve tapınma konusu haline getirilmiş, ateş de tanrının oğlu olarak tarif edilerek ona tapınılmıştır. Ayrıca Zerdüştilik öncesi tanrılara benzeyen tabiat tanrılarına Yazatalar adı verilerek Ahura Mazda ve onun başmelekleriyle birlikte bunlara da tapınılmıştır. Bu ise Zerdüştiliğin temelde tevhidci olan anlayışından bir sapmadan ibarettir.
Eski Türklerin milli geleneğinde sembolik anlamlar taşıyan kurt ve kartal gibi hayvanlara gösterilen ihtimamdan hareket eden bazı araştırmacılar onların dininde totemcilik unsurları aramışlarsada Türkler’in içtimai, hukuki ve iktisadi hayatlarının totemciliğin öngördüğü kalıplara uymadığı bilinmektedir. Ayrıca bozkır Türk inançları ile Şamanlık arasında bağlantı kurulması hususunda yerleşmiş fakat eksik bir yaklaşımdır. Zira Şamanlık din olmaktan çok sihir karakteri taşıyan bir vecd tekniği olarak tarif edilmektedir. Şifacılık, ölü ruhlarıyla temasa geçme ve onların zararlarını giderme, cin ve perilerle ilişki kurma gibi gayelere yönelik bu tür tekniklerin, çoğu ilkel dinler gibi bozkır Türk inançlarında da yer aldığı bilinmektedir. Ancak yinede eski Türkler’de Şamanlık, onların dinlerini temsil edecek kadar şümullü bir fonksiyona sahip görünmemektedir. Aynı durum atalarına ait hatıraları aziz sayan eski Türkler’in bu özellikleriyle bir tür atalar ibadetine mensup oldukları şeklindeki yorumlar için de söz konusudur. Nitekim ölen ataları yarı tanrı sayma, onlara insan kurban etme, ölen atanın yanına karısının ve maiyetinde birinin gömülmesi gibi atalar kültünün karakteristik inanç ve uygulamaları eski Türkler’de bulunmamıştır.
Bozkır Türk topluluğunun asıl dini Gök Tanrı İnancı ve ona ibadettir. Bu inanç sisteminde “tengri” (tanrı) yaratıcı ve mutlak kudret sahibi bir varlık olarak düşünülmüş, yüceliğini belirtmek maksadıyla “semavi” olarak nitelendirilmiş ve genellikle Gök Tanrı diye anılagelmiştir. İnsanların mukadderatını tayin eden, hayata doğrudan müdahale eden, emreden ve emrine uymayanı cezalandıran tanrı hayatın ilkesi olup ölüm de onun iradesine bağlıdır. Tanrı kanundur, hakikattir; insanlar fani, o ise ezeli ve ebedidir. Bütün bu vasıfların yanında tanrı birdir. Eski Türk dinine ait bütün veriler, araştırmacıları bu inanç sisteminin tek tanrı esasına bağlı olduğu yönünde düşünmeye adeta mecbur etmektedir. Nitekim Türkler’in İslam dinini kısa zamanda ve kitleler halinde benimsemelerinde, öteki amiller yanında, onların eski inançları ile İslam’daki tanrının birliği ilkesi arasında bir uygunluk veya yakınlık görmelerinin de etkisi olduğunu söylemek mümkündür.
İslam öncesinde Araplar’ın puta taptıkları bilinmektedir. Kur’an’da bu konuya sık sık temas edilmekte, bazı ayetlerde putların isimlerinden de söz edilmektedir. (bk. Mesela en-Necm 53/19-20; krş. El-A’raf 7/180; Razi, tefsir,IV,477) Bununla birlikte onların, muhtelif kabilelere ait olmak üzere sayısı yüzlerle ifade edilen putların üstünde bir yüce tanrının bulunduğu inancını taşıdıkları da anlaşılmaktadır. Kur’an-ı Kerim, onların deyişiyle “Allah”, “aziz” ve “alim” diye adlandırdığı bu yüce tanrının kendilerini ve bütün kainatı yarattığına, güneşi ve ayı belli bir nizama bağladığına, yağmur yağdırmak suretiyle yeryüzünü canlıların beslenmesine elverişli hale getirdiğine inandıklarını haber vermekte (bk. Mesela el-Ankebüt 29/61,63; ez-Zuhruf 43/9), ayrıca onların bu Allah adına yemin ettiklerini hayatlarının sıkıntılı ve tehlikeli dönemlerinde O’na sığındıklarını ve O’nu Kabe’nin rabbi kabul ettiklerini ifade etmektedir. Yine Kur’an Cahilliye Arapları’nın bu yüce tanrı inancının yanında putlara tapmalarının, putların kendilerini Allah’a yaklaştıracağı ve O’nun nezdinde şefaatçı olacağı kanaatine bağlı olduğunu haber verir. Diğer bazı ayetler, Cahilliye Araplar’nın “yüce tanrı” anlamındaki Allah inancının başka belirtilerine de temas eder.
İslam öncesi Araplar’ı bazı duaların da, deyim, atasözü ve özellikle şiirlerinde Allah kelimesini oldukça fazla kullanmışlardır. Yabancı yazarların bir kısmı bu gerçeği kabul ederken diğer bir kısmı ya Cahilliye şiirini kökünden reddedip bu şiirlerin İslam’ın doğuşundan sonra düzenlendiğini ve Cahilliye dönemine nisbet edildiğini ileri sürmekte, yahut da bu şiiri orijinal kabul etmekle birlikte içinde bulunan Lat ve benzeri put isimlerinin sonradan müslümanlarca ayıklanıp yerine Allah kelimesinin yerleştirildiğini iddia etmektedirler. Halbuki bugün elimizde bulunan İslam öncesi edebi metinler içinde Allah lafzının yanında azımsanmayacak derecede put isimleri de yer almaktadır. Aslında Cahilliye şiirinde put adlarının çıkarılıp yerine Allah kelimesinin yerleştirilmesinin lafız ve mana bakımından çok zor olmasının yanında sağlayacağı önemli bir fayda da yoktur. Çünkü İslam öncesi Araplar’ının puta taptığı zaten bilinmekte, kabul edilmekte ve İslamiyet’in inanç alanında meydana getirdiği yenilik bu temele dayandırılmaktadır. Bazı yazarlar da Cahilliye Araplar’ında tesbit edilen yüce tanrı inancının yahudi ve hıristiyanların tesiriyle oluştuğunu, en azından bu tesirin söz konusu inancın oluşmasında önemli rol oynadığını öne sürerler. Temelde tek tanrı inancına dayanan Yahudilik ile Hıristiyanlığın bu tür tesirleri teorik olarak mümkün görünmekle birlikte, İslam öncesi Araplar’ının yabancı etkilere açık olabilecek bir din arayışı duygusundan uzak bulunan ve gerek yahudi gerekse hıristiyanlara olan olumsuz veya ilgisiz münasebetleri, ileri sürülen bu görüşün doğruluğuna fazla şans tanımamaktadır. Bilindiği gibi Araplar’ın kendi ülkelerinde hıristiyanlar yok denecek kadar azdı. Yesrib (Medine) civarında yerleşen yahudi kabileleri de o bölgenin Araplar’ı tarafından etkileri altında kalınacak ölçüde sıcak karşılanmış değildi. Ayrıca Araplar’ın puta tapıcılığı ve yüce tanrı anlayışı içinde ne yahudi antropomorfizminin ne de hıristiyan teslis inancının izlerini görmek mümkündür. Buna göre İslam öncesi Araplar’ının dini hayatında görülen yüce tanrı inancını Hz.İbrahim’den kalan Hanif dinine dayandırmak daha isabetli olacaktır. Nitekim Hz.Peygamber’in ve daha birçok Arap kabilesinin soyu İbrahim’in oğlu İsmail’e ulaşmaktadır. Muhtelif ayetlerin beyanından anlaşılacağı üzere Hz.Muhammed, ebedi kurtuluşu gaye edinen evrensel çağrısıyla ortaya çıkarken bu çağrısını, hitap ettiği kitle nezdinde kabul görmüş bulunan ve kısaca Hanif diye adlandırılan inanç üzerine oturtmuştur. Bunun karşısında müşrikler ve özellikle yahudi ve hıristiyanlar İbrahim’in dinine (millet) sadık kaldıklarını iddia etmişler; Kur’an-ı Kerim ise İbrahim’in yahudi, hıristiyan veya müşrik değil Allah’ı bir tanıyan bir müslüman (hanif-müslim) olduğunu kesin bir dille ifade etmiş (Al-i İmran 3/67) hidayet ve kurtuluşun ancak İbrahim’in dinine uymakla gerçekleşebileceğini bildirmiş, hem Hz.Peygamber’e hem de yahudi, hıristiyan ve müşriklere bu dine uymalarını emretmiştir. Hz.Peygamberde tebliğ ettiği dinin Yahudilik veya Hıristiyanlık değil müsamahakar bir tek tanrıcı din olduğunu ve Allah nezdinde makbul sayılacak dinin bu özelliklere sahip bulunması gerektiğini ifade etmiştir. Bütün semavi dinlerin değerlendirilmesine göre peygamberler içinde önemli bir yeri olan Hz.İbrahim'i’ dinine sadık kalan tek din, son peygamberin tebliğ ettiği İslamiyet’tir. Hz.Muhammed’in peygamber olmadan önceki dini hayatı ve ilk muhataplarının gönüllerinin derinliklerinde yatan inanç da dine yakındı. O evrensel çağrısını bu inanç temeli üzerine oturtmuş ve bundan dolayı muvaffak olmuştur.